bunlar güneşin sıcağından koruduğu için metale tercih ediliyordu.
Her bölüğün kendine ait bir bayrağı vardı; bu bayrakların hepsi dini karakterde olup tanrıları için kutsal olan hayvanları, kutsal kayıkları, sembolik araçları ya da kral, kraliçe isimlerini temsil ediyordu. Bunlar metalden yapılıyordu ve mızrak ya da değneklerin uçlarında duruyordu. Bayrak taşıyanların hepsi mertliklerini kanıtlamış olan subaylardı. Ordunun arkasından devasa bir yük kervanı geliyordu, bu kervan alana varır varmaz kral ve üst düzey subayların çadırları kuruldu.
“Bu ne kalabalık böyle!” dedi Jethro Amuba’ya, saraya vardığında zırhını giyip genç prense surlara kadar eşlik etmişti. “Sanki ordu değil de koca bir ulus gelmiş. Şimdi bakınca dün yenilmemize değil de onca zaman direnmemize, bu kadar insanın savaştan kaçabilmesine şaşırıyorum.”
“Gerçekten de olağanüstü Jethro. Şu upuzun sıra olmuş savaş arabalarının askerlerle aynı sırada ilerleyişine bir bak. Neyse ki artık durmaları gerekiyor. Diğerlerine gelince, sayıları ne kadar fazla olursa olsun surlarımızın karşısında ellerinden bir şey gelmez. Ovalara dikebilecekleri hiçbir kule onları bu duvarların üzerine çıkaramaz, kayalıklar ise o kadar dik ki tırmanabilecekleri çok az yer var.”
“Surları aşmaları imkânsız görünüyor prensim ama biz yine de çok emin olmayalım. Güçlü olduğunu sanan birçok kentin Mısırlılar tarafından ele geçirildiğini biliyoruz, bu yüzden en cüretkâr girişimlere bile hazırlıklı olmalıyız. Kapılar halihazırda kilitlendi, üstlerine de o kadar büyük kayalar yığıldı ki şu an surların en sağlam yerleri o kısımlar; bu kapılara çıkan yolların keresteyle döşenen kısımları yakıldı, tırmanmak dışında kapılara da diğer giriş noktalarına da ulaşabilecekleri bir yol yok artık. Binlerce büyükbaş hayvan ve bol su kaynaklarıyla birlikte çevredeki bütün bölgelerden toplanan hasadın tamamı getirildiği için hemen hemen bir yıl yetecek kadar erzakımız var.”
“Evet, hazırlıkların yapıldığını duydum Jethro; Mısırlıların ilk saldırısına direnebilirsek hiç kuşkusuz onlardan daha fazla dayanırız çünkü o kadar devasa bir orduya erzak temin etmek onlar için çok zor olacak. Sence hangi taraftan saldırırlar? Şahsen başarı ihtimali olan hiçbir yol göremiyorum.”
“Bunu ben bilemem. Şehirlerimizin bizim ve çevre halkların gözünde ele geçirilemez olduğunu biliyoruz. Ama Mısırlılar her türlü savaş hilesine hâkimdir. Bugüne kadar birçok şehri kuşatıp ele geçirdiler, bizim bilmediğimiz bir sürü yol yöntem bildiklerine şüphe yok. Fakat ne olacağını yarın göreceğiz. Bugün bir saldırı girişimi olmaz. Komutanlarının önce surlarımızı inceleyip saldırıyı nereden yapacaklarına karar vermeleri gerek, böylesi bir taarruza kalkışmadan önce de ordu en az bir gün dinlenecektir.”
Öğleden sonra bir alay dolusu savaş arabası büyük platonun etrafındaki deniz kıyısından ilerlemeye başlayıp tekrar deniz kıyısına döndü, ardından okçuların menzilinin biraz ötesinde surların çevresini dolaştı.
“Mısırlı okçuların birazı bile bizde olsaydı küstah Mısır kralı bu kadar yakına gelmeye cüret edemezdi,” dedi Jethro. “Böylesine kuvvetli ok atabilmeleri olağanüstü. Oklarının menzili bizimkilerin tam tamına iki katı, güçleri ise en sağlam kalkanları, metalle güçlendirilenleri bile delip geçmeye yeter. Kendi gözümle görmesem bizimle aynı cüsseye, aynı kuvvete sahip adamların oklarını bu kadar güçlü bir şekilde atabilmesinin imkânsız olduğunu düşünürdüm. Bizim okçularımızdan daha farklı bir açıyla duruyorlar ve ok saplarını bizimkilerden tam otuz santim daha uzun olmasına rağmen başlarına kadar çekiyorlar. Mısırlılarla karşılaşana kadar kendimi iyi bir okçu sanırdım, şimdi ise hayal bile edemeyeceği kadar güçlü beceriler sergileyen yetişkin bir adamı izleyen bir çocuk gibi hissediyorum.”
Akşam olduğunda büyük meclis toplandı. Ordunun tüm üst düzey subayları, rahipler, kraliyet meclis üyeleri ve devlet büyükleri oradaydı. Görüşmenin ardından içinde bulundukları bu kriz ânında merhum kralın halefini seçmekle ilgili atılacak adımların ertelenmesinin doğru olacağına, ancak kuşatma süresince mutlak yetkinin Amusis’e atanması gerektiğine karar verdiler. Amuba da annesiyle birlikte meclisteydi ancak ikisi de verilen kararlara karışmadı. Aksine toplantı başladığında Amuba ve annesi adına meclisin verdiği karara rıza gösterip riayet edeceklerine ve kraliçenin de oğlunun da devletin başında böyle korkunç bir tehlike kol gezerken yetkinin, çoğunluğun böylesi bir durumda idareyi devralmaya en uygun olarak seçtiği kişinin eline bırakılmasını istediklerine dair bir beyanda bulunuldu.
O gece kralın naaşı büyük bir odun yığınında yakıldı. Başka bir zaman olsa bu tören şehre yaklaşık beş mil uzaklıkta, denize bakan dağlık dar bir burunda yapılırdı. Burada önceki hükümdarlar toplanan insan kalabalığının önünde yakılmış, devasa toprak yığınlarının altına gömülmüştü. Rahipler çok uzun zaman önce burayı krallığın en kutsal yeri olarak duyurmuş, bu kutsal alana ayak basma cüretini gösteren kim olursa, tanrıların gazabının üzerinde olacağını söylemişti. Fakat şimdi kralın küllerini atalarının yanına bırakmak mümkün değildi, bu yüzden tören kraliyet sınırları içinde düzenlendi ve yalnızca görevli rahip, kralın karısı ve oğlu katıldı. Tören bittiğinde küller toplanıp küçük bir tabuta konuldu, bu tabut güzel günler geri geldiğinde tüm halkın gözü önünde dağlık burundaki kutsal alana gömülecekti.
Ertesi gün, sabahın ilk saatlerinde surlardaki muhafızların borazanı tüm birlikleri savaşa çağırdı. Amuba yerine vardığı anda Mısır ordusunun şehre doğru yürüdüğünü gördü. Ok menziline girdiklerinde cephede bulunan okçular surlardaki muhafızlara ateş açtı. Fakat attıkları okların birçoğu surlara ulaşamadı, kuşatma altındaki ordunun attığı oklar ise düşmana isabet ediyordu. Mısırlı okçular bu yüzden az bir mesafeden geri çekildi, safları sıklaştıran çok sayıda asker hücuma geçip dağınık bir şekilde kayalıkların eteğine koşturdular, burada surlardan atılan oklardan korundular.
“Şimdi ne yapacaklar acaba?” diye bağırdı Amuba yayını indirirken.
Jethro kafa salladı.
“Bir planları var,” dedi. “Çok geçmeden öğreneceğiz. Dinleyin.”
Yoğun kalabalığın çıkardığı gürültüye rağmen bir süre sonra çeliği döven çok sayıda çekicinkine benzer keskin ve metalik bir ses duyulmaya başladı.
“Herhalde kayalıkları kazmayı düşünmüyorlardır!” diye bağırdı Amuba. “Bütün Mısır halkı burada olsa bile çok ağır bir iş bu.”
“Mümkün değil,” diye onayladı Jethro, “ama başka ne niyetleri olabilir, bilmiyorum.”
Bir saat geçmedi ki, gizem çözüldü. Mısır kralının konumlandığı ve tüm hattı kontrol ettiği alanda duyulan gürültülü bir borazan sesiyle beraber surların eteğindeki kayalığın sırtında çok sayıda kafa göründü. Mısırlılar sivri uçlu demirlerle kayalıktaki çatlakların içini oymakla meşguldü. Oyulan ilk çatlakta durup birbirlerini bir metre yukarı çıkardılar ve bir grup asker kayalığın önüne tırmanana kadar bu işleme devam ettiler. Askerler aşağı halat sarkıtıp en dik yerlere merdiven dayadılar. Tırmananlara yardımcı olmak için çok sayıda halat sallandırdılar, tepeden ilk görünen askerlerin ardından diğerleri akın akın takip etti, sonunda en fazla birkaç metre genişliğindeki çıkıntılar bile askerlerle dolmuştu.
Şimdi merdivenleri kaldırıp surlara dayayan Mısırlılar bir güruh halinde surlara tırmanıyordu ancak Rebulular da bu saldırıya karşı hazırlıklıydı; kaya, kalas parçası, ok, cirit ve atılabilecek her şey Mısırlıların üzerine yağdı.