Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET


Скачать книгу

Oker

      KRAMPONLU CESET

Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

      ATEŞ ETME İSTANBUL

      BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF

      BİN LOTLUK CESET

      BİR ŞAPKA BİR TABANCA

      ÇIPLAK CESET

      SON CESET

      YENİK VE YALNIZ

      SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM

      ROL ÇALAN CESET

      GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU

      Dünyanın en güzel polisiye roman okuruna…

      1. BÖLÜM

      Karşımda heyula gibi dikilen adama zarar vermek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bütün istediğim, keskin bir kılıç gibi savrularak indirmeye hazırlandığı sağ elini, hedeflediği şakağına ulaşmadan engellemek, ardından koca gövdesini etkisiz duruma getirmekti.

      Daha sonra ne yapacağımı bilmiyordum ama bu şu an hiç önemli değildi.

      Bacaklarımın arasında benim yaşıma gelmiş her erkek kadar önemsediğim bölgeyi muhtemel bir tekmeden korumak için hafif yan duruyordum. Derin bir nefes aldım. Soluğumu ciğerlerimden aşağıya hara’ma kadar indirdim, orada sıkıştırdım. Gergin olmamam gerekiyordu, ama gergindim. Karşımdaki adamın Eşkıya filmindeki Baran’a benzeyen sakallı suratında pis bir sırıtma vardı. “Osmanlı tokadından daha beter bir darbe geliyor, ne yapacaksın bakalım?” diyordu gözleri.

      Kısa boylu bir adam sayılmam ama karşımdaki benden daha uzundu. İnce bir adam da sayılmam, ama karşımdaki benden daha kalındı. Üstündeki giysinin mücadele sırasında aralanmış yakasından göğsündeki beyaz kıllar gözüküyordu. Alnında, şakaklarında, burnunun iki yanında, boynunda kocaman kocaman ter damlaları vardı. Adamı hayli terlettiğime sevindim.

      Darbenin nasıl geleceği daha önceden kolaylıkla anlaşılıyordu. Koca gövdesini sağ adımıyla öne doğru taşıyarak sağ kolunu yukarı kaldırdı, parmaklarını birleştirerek keskinleştirdiği elini kafama doğru yönlendirdi. Bilinçli, telaşsız, kontrollü bir darbeydi bu.

      Kolunun, saldırısının tepe noktasını geçip aşağı inmesine izin vermemem gerekiyordu, vermedim. Ona daha yakın duran sol ayağımla ileri bir adım atarak sol elimle dirseğinin altından, sağ elimle bileğinden yakaladım. Saldırısına böyle bir karşılık gelebileceğini bilecek kadar deneyimli gözüküyordu ama yine de bir şey yapamadı. Şimdi sağ kolu benim dimdik ileri uzattığım kollarımın ucundaki ellerimin denetiminde ve bedenlerimiz de aynı yöne doğru bakıyordu.

      İçimdeki soluğu bırakıp, sol ayağımla daha da sola doğru bir adım attım. Bozulan dengesi daha da bozuldu. Dimdik uzanan kollarımı aşağı doğru yönlendirdiğim için benden uzun boyuna rağmen iki büklüm oldu. Boştaki sol eliyle bana vurmayı denemek şöyle dursun, bütün bütün düşmemek için yere tutunmaya çalıştı. Bu kez, kollarımın gerginliğini hiç azaltmadan sağ bacağımla, sağa, dışarı doğru ikinci bir adım attım. Dengesi tümden bozuldu. Boştaki elinin avucuyla yerden güç almaya çalıştı ama yine de onu sürüklediğim yöne doğru gelmek zorunda kaldı. Öne doğru attığım son adımımda yere yapışmaktan başka yapacak bir şeyi kalmamıştı.

      Yere yapıştığında ben de dizlerimin üstündeydim. Gövdesine doksan derece açıyla uzanan kolunu hâlâ sol elimle dirseğinin arkasından, sağ elimle bileğinden tutuyordum. Sol dizimi böğrüne yasladım. Tümüyle kontrolümdeydi artık. Bütün gövdesiyle çırpındı. Bir işe yaramadı. Hiç güç harcamıyordum ama kontrolümdeydi. Kalkamadı. Dönemezdi. Direnemezdi.

      Kontrolümdeydi, ama bundan sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Niyetlensem saatlerce bu durumda kalabilirdik. Ona bir şeyler anlatabilirdim, bana bir şeyler anlatabilirdi. Koca gövdesi yanı başımda, yere yapıştırdığım sağ kolu ellerimin altında, işe yaramayan sol eli yeri hafif hafif tokatlayarak saatlerce bu durumda kalabilirdik.

      Bundan sonra ne yapacağımı bilemediğim için adamın kolunu bıraktım. Bırakır bırakmaz ayağa fırladım. Yüzü eşkıya Baran’a benzeyen adam da kalktı. Suratında yine o hain gülümseme, yere yapıştırırken tuttuğum kolunun dirseğini ovuşturuyordu. Şimdi sıra bendeydi. Bir adım geriye çekilip, çok fazla soluklanmasına fırsat vermeden, tıpkı onun gibi bilinçli, telaşsız, denetimli bir saldırıya geçtim.

      Adam bu işlerde benden iyiydi anlaşılan. Dudağındaki hain gülümseme silindi, işini büyük bir ciddiyetle yapan bir saat tamircisinin dingin dikkati geldi yerleşti yüzüne. Uzun boyuna karşın, hareketlerinde Uzakdoğuluların yere yakın çevikliği vardı. Daha ne oluyor diyemeden kendimi mindere yapışmış buldum. Önemli değildi. Sıra yine bana gelecekti.

      Sonra hoca el çırptı.

      Sesi duyar duymaz minderin üstünde birbirlerini yere yapıştıran öteki beş çift gibi anında birbirimizden biraz ayrıldık, dizlerimizin üzerinde, önce sağ, sonra sol ellerimizi önümüzde yan yana getirerek, başımız hafif yukarıda, karşımızdakinin gözlerine bakarak öne doğru eğildik.

      Hürriyet gazetesinin seri ilanlar sayfasındaki küçük ilanımı hazırlayarak meslektaşlarımdan daha çok telefon almamı sağlayan reklamcı arkadaşım kendi uke’sine selam verdikten sonra shikko’yla yanıma yaklaştı.

      “Duştan çıkınca hemen kaçma, seninle konuşmam lazım,” dedi.

      Başımla onayladım. Şimdi on aikidoka birden seiza oturuşunda hocaya bakıyorduk. Bendeniz, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal, reklamcı arkadaşım, deminden beri birbirimizi yere yapıştırdığımız sinema yönetmeni, demir tüccarı, üniversite sınavına girmeye hazırlanan liseli, askerden yeni döndüğü için daha iş bulamamış arkadaşımız, gemi donatanı, bilgisayar programcısı ve aramızdaki tek kadın olan gazeteci, yeni bir tekniği dojo’nun en kıdemlisi şairle birlikte gösteren hocayı izliyorduk. Her zaman olduğu gibi, yeni bir hareketi ilk gösterişinde anlamadım.

      Daha bir yarım saat birbirimizi mindere düşürüp durduk. Dakikalar ilerledikçe fazla kilolar, içilen sigaralar, hareketsiz kent yaşamı, kötü beslenme ve insanı formdan düşüren bilumum faaliyet biçimleri liseli arkadaşımız ve her zaman ince kalmayı başaran gazeteci dışında hepimizin soluğunu kesti. Yine de hareketler bittikten sonra yirmi uke’mi yapabildim.

      “Domo arigato gozaimashita!” dedi hoca, çalışmanın bitiminde O’Sensei ve birbirimizi selamladıktan sonra.

      “Domo arigato gozaimashita!” diye karşılık verdik biz de. Her seferinde olduğu gibi teşekkür ettik birbirimize ve ben her seferinde olduğu gibi orada ne aradığımı sordum kendi kendime; soluğum kesilmiş, dizlerim titriyor, midem bulandı bulanacak, ter içinde ve kalbim hiç yavaşlamayacak gibi atarken.

      Belki de hiç kaytarmadan haftada üç gün aikido yapmak, benden daha gençler içindi.

      Duştan çıktığımda yeniden kötülüklerle dolu dünyada payıma düşenleri göğüsleyip, yine de tarihin akışını değiştirmeden benden istenenleri yerine getirerek hayatımı kazanacak ruh ve beden bütünlüğüne kavuşmuştum. Böyle dediğime bakmayın, elim boştu bu aralar. Hürriyet gazetesindeki küçük ilan daha çok kafa bulmak isteyen işsiz güçsüzlerin içlerini telesekretere dökmesine yarıyordu. Bir de o adresini bırakmayan tuhaf kadına.

      Giyinirken sinema yönetmeni ile demir tüccarının piyasadaki kriz hakkındaki değerlendirmelerini söze karışmadan dinledim. Reklamcı arkadaşım hepimizinkinden daha pahalı olduğu anlaşılan donunu giydikten sonra özenle kendisini deodoranladı. Eliyle çıplak belindeki fazlalıkları avuçladı, yüzü her zamanki gibi beğenmezlikle buruştu.

      “Rejimi bozduk yine,” dedi her zamanki gibi.

      Her zamanki gibi cevap vermedim. Her zamanki gibi buna alınmadı. Benim üstümde komik duracak derecede bol pantolonunu, ipek gömleğini giydi. İtalyan ayakkabılarını ayaklarına geçirdi. Boynuna fularını bile bağladı.

      “Kahvaltıya