Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET


Скачать книгу

İlhan Bey bize zaman ayı…”

      Reklamcı arkadaşım kendi personelinin sözünü kesti.

      “İlhan Bey de çok meşgul Dilek Hanım da…” dedi. “Asıl tedbirli davranması gereken biziz. Sen istersen telefon et yolla ilanı renk ayrımına, İlhan Bey değişiklik isterse orda yaparız değişiklikleri.”

      Reklamcı kadın çantasından cep telefonunu çıkardı, jaluzili pencereye doğru yürüdü tuşlara basarken. Dilek Aytar reklamcı arkadaşıma mutlu mutlu gülümsedi.

      “Vay kimler gelmiş!” diye bağıran biri teklifsizce girdi kapıdan içeri. “Neler getirmişler bize!”

      Sanki emir almış gibi ayağa kalktık üçümüz de. Anlaşılan Karasu Tekstil’in sahibi, büyük reklam veren, Karasu Güneşspor’un başkanı İlhan Karasu’yla tanışacaktım.

      3. BÖLÜM

      Şimdiye kadar kulüp başkanlarını hep televizyonda gördüm. İlhan Karasu onlara benzemiyordu. İnce bir adamdı. Yelekli takım elbise de giymiyordu. Birazdan arkadaşlarıyla marinada teknesinin başında buluşup kaptana hafta sonu kaçamağıyla ilgili talimatlar verecekmiş gibi giyinmişti. Giysileri zarif ama pahalı olduğu belli giysilerdi. Mevsime uygun kalınlıkta petrol rengi bir süveter, aynı rengin daha koyusundan yumuşak kumaşlı bir pantolon ve süet ayakkabılar. Yüzü sahte olmayan bir gülümseyişle aydınlıktı. Pırıl pırıl tıraşlı suratının orta yerindeki küçük burun, dileklerini dile getirmeye alışmış ağzı ve çenesindeki Kirk Douglas çukuruyla etkileyici bir yüzü vardı.

      “Özür dilerim, geciktim,” dedi ama hiçbirimiz inanmadık gerçekten özür dilediğine. Reklamcı arkadaşımdan başlayarak hızla ellerimizi sıktı. Bana geldiğinde duraladı, yüzüme baktı.

      “Remzi Ünal,” dedi reklamcı arkadaşım. “Size bahsetmiştim.”

      Elimi bırakmadan bir süre daha baktı yüzüme. Filmlerde gördüğü özel dedektiflerle karşılaştırıyordu beni anlaşılan zihninde. Neye karar verdiyse bana yansıtmadan Dilek Aytar’a döndü.

      “Hazır mıyız akşama Dilek Hanım?” dedi patrondan çok arkadaş tonlamasıyla.

      “Hazırız İlhan Bey,” dedi Dilek Aytar. Muhteşem bir ilanımız da var.”

      “Bakalım,” dedi İlhan Karasu, masanın üstünde duran ilan taslağını önüne doğru çekerek. Gözlerini kısarak baktı. Taslağı ters çevirdi, kadının üstündeki giysileri taslağın kendisinden daha uzun bir süre inceledi. Gözlerinden fotoğraftaki mankene değil giysiye baktığını anlayabiliyordunuz. Kendisinden başka kimsenin göremeyeceği ayrıntıları teker teker gözden geçiriyor gibiydi.

      “Siz ne diyorsunuz?” diye sordu Dilek Aytar’a tatmin olmuş bir sesle. Hâlâ ayaktaydı. O oturmadığı için biz de oturmamıştık.

      “Bence tamam,” dedi Dilek Aytar.

      “Bütçesi?”

      “Daha önce onaylamıştık.”

      “Sağ sayfa garantisi?”

      “Çok uğraştık ama aldık,” dedi reklamcı kadın.

      “Elinize sağlık,” dedi İlhan Karasu. “İyi iş çıkardınız.”

      “Her zamanki gibi,” dedi Dilek Aytar.

      Kapıda telaşlı bir genç kız belirdi. Kim var kim yok diye bakmadan Dilek Aytar’a doğru konuştu.

      “Meteoroloji akşama yağmur veriyor Dilek Hanım,” dedi hızlı hızlı. Büyük patronun olduğunu sonra kavradı. Korunmak ister gibi kapının pervazının arkasına sakladı gövdesinin yarısını.

      “Yağmur mu?”

      “Yağmur!”

      “Nasıl olur? Ben dün evden sorduğumda pırıl pırıl olacak demişlerdi,” dedi Dilek Aytar. “Üç kere sordum gün boyu.”

      “Cuma akşam çıkmadan önce ben de sormuştum. Bu sabah değiştirdiler,” dedi kapıdaki kız.

      “Nisan ayının son haftasında açık havada ekspozisyon yaparsanız olacağı budur!” diye patladı İlhan Karasu. Hızlı adımlarla pencerenin önündeki çıplak kadın mankenin önüne gidip bağırmaya başladı. “Elli kere uyardım sizi, dinlemediniz. Hadi dinlemediniz, bir bildiği vardır bu herifin deyip kapalı salon tedbiri de almadınız. Ne bok yiyeceğiz şimdi? Ne bok yiyeceksiniz şimdi Dilek Hanım? Kim gelir lan şakır şakır yağmur yağarken Karasu Tekstil’in sonbahar-kış koleksiyonunun ekspozisyonuna? Kim gelir?” Daha ağır konuşmamak için kendisini tutuyormuş gibi gitti, eliyle araladığı jaluzilerden dışarıya bakmaya başladı. Kötü haber getiren kız toz olmuştu kapının önünden.

      Önce kimseden çıt çıkmadı. Sonra Dilek Aytar ağır adımlarla patronuna doğru ilerledi. Elini omzuna koydu adamın arkasından. Omzundaki eli algılaması için kısa bir süre izin verdi adama ustaca.

      “İlhan Bey, bu akşam yağmur yağmayacak,” dedi sonra, o hışırtılı sesine hiç benzemeyen yumuşacık bir sesle. “Yağarsa kendimi vururum!”

      Şahit olduğum çoğu krizlerde benim de payım olur. Söylediğim ya da söylemediğim, yaptığım ya da yapmadığım bir şeyle müdahil oluveririm olan bitene. Bu yüzden de nefret ederim kendimden, insanlar da. Bu kez kriz yönetimini bu işin profesyoneli olduğu anlaşılan Dilek Aytar’a bıraktım, çenemi tuttum.

      Zaten bu kez kriz kısa sürdü.

      “İnşallah,” dedi İlhan Karasu. Döndü ve demin o esip gürleyen kendisi değilmiş gibi kapıdan girdiği anda yüzündeki o mülayim ifadeyle bize doğru yürüdü.

      “İlan güzel olmuş,” diye yineledi. “Elinize sağlık.”

      “Sağ olun,” dedi reklamcı arkadaşım.

      “İlan güzel olmuş,” diyerek hâlâ pencerenin önünden dışarı bakan Dilek Aytar’a döndü.

      “Evet,” dedi Dilek Aytar. Gözleri yerde geri döndü. “Gidip çiçekçiyi arayayım Nazlı’nın odasından.” Aramızdan hızla yürüdü. Reklamcı arkadaşımın yanından geçerken, “Buradasınız değil mi?” diye sordu.

      “Buradayız. Küçük bir şey daha var, dönünce konuşuruz.”

      Kapıdan çıkıp kayboluverdi. Gerçekten çiçekçiyle konuşacaksa adam hayatının en zor telefon görüşmelerinden birini yapacaktı eminim.

      İlhan Karasu bana döndü.

      “Gelin Remzi Bey,” dedi. “Benim odama gidip konuşalım.”

      İlhan Karasu’nun peşinden kapıya yöneldim. Adam hızlı adımlarla içinde bulunduğumuz odadan çıkıp tam karşıdaki kapıyı açtı, girdi içeri arkasına bakmadan.

      Reklamcı arkadaşım beni durdurdu.

      “Bizim işimiz birazdan bitecek,” dedi. “Seni burda satıp gitsek kızar mısın?”

      “Keyfinize bakın,” dedim. “Görüşürüz.”

      İlhan Karasu’nun odası da televizyonda gördüğüm kulüp başkanlarının odasına benzemiyordu. Dilek Aytar’ın odasının üç katı büyüklüğündeki odada en göze çarpan eşya, ortada hatırı sayılır bir yeri kaplayan kocaman İsfahan halısıydı. Düşünülebilecek en sade çizgilerle tasarlanmış bir toplantı masası, yerde duran televizyon ve video, köşeye atılmış antika bir içki dolabı ve yine jaluzili pencerelerin önünde karşılıklı duran iki küçük koltuk ve aralarındaki sehpadan başka eşya yoktu odada. Birtakım dosyalar, kâğıtlar, dergiler ve uzun kordonlu kırmızı bir