Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET


Скачать книгу

taksi durağına doğru ilerlerken kartvizitleri küçük küçük parçalara ayırıp her adımda bir parçayı yere saçarak İstanbul’u biraz da ben kirlettim.

      5. BÖLÜM

      Beni alan taksici gevezeye benziyordu, ama ilk geyik teşebbüsünde engelledim onu. Akatlar’a kadar ofladı pufladı direksiyonun başında. Yüz vermedim. Evin önünde değil, biraz ilerideki gazete büfesinde indim. Şoföre susmasının karşılığını paranın üstünü almayarak ödedim. Gazeteciden, pazartesi günleri futbola diğerlerinden daha çok yer ayıran üç gazete ile günlük yayımlanan iki spor gazetesini istedim. Vakit öğleye yaklaşıyordu.

      Elimde gazeteler, sabahları gazetemi geç gönderen bakkala girdim. Şikâyetimi fazla ciddiye almadığını görünce, elimdekileri göstererek onu müşterisi olmaktan çıkmakla tehdit ettim. Bu tehdidimin değerini daha da artırmak için beşli pizzalardan iki paket aldım. İki de litrelik kola.

      Kapının koluna asılmış poşetteki gazeteyi ve ekmeğimi alıp eve girdiğimde telesekreterin göstergesinde üç mesajım olduğunu gördüm. Parasını peşin ödeyen bir müşteriye sahip olmanın rahatlığıyla dinlemeyi sonraya erteledim. Paketlerden birinin ambalajındaki pişirme talimatını bir kez daha okuduktan sonra birini mikrodalgaya atıp banyoya girdim. Çıktığımda pizzam hazırdı.

      Tepeleme buz doldurduğum bardağa kola boşalttıktan sonra pizzamla birlikte salona döndüm. Gazete yığınından ilkini çekip Karasu Güneşspor’un son maçıyla ilgili bilgi kırıntılarını aramaya koyuldum.

      Pizza ve kola eşliğindeki araştırmam, üçüncü ligdeki maçların haberlerinin kısalığından dolayı hemen bitti. Toplam altı gazetenin bu konudaki bilgi kırıntılarından anladığıma göre Karasu Güneşspor, bu pazar deplasmanda, sıralamanın ortalarındaki yine bir İstanbul takımıyla maç yapmış ve 1-1 berabere kalmıştı. Kim bilir hangi muhabirin salladığı yıldızlardan, Karasu Güneşspor’un kalecisi Zafer’in, ortada oynayanlardan İsmail ve Tarık’ın maçın en iyi oyuncuları olduklarını anladım. Maç boyunca sarı ya da kırmızı kart gören yoktu.

      Merkez İdmanyurdu ise kendi grubunun ikincisiyle oynamıştı ve 3-0 yenilmişti. Varsayılan şike önerisi maçtan epey önce yapıldığına göre bu sonucu öngörüyordu zaten girişim sahibi. Yenilen takım olduğu için, başta kaleci olmak üzere her oyuncunun yıldızı birer adetti.

      Puan sıralamasındaki durum netti. Bu cumartesi yenilen takım kümeden düşecekti. Kulüp yöneticilerinin hayalleri ve uçup giden paralarıyla birlikte. Bu kez her iki takımın da teknik direktörünün yerinde olmak istemeyeceğime kesinlikle karar verdim.

      Bir süre gazetelerdeki diğer yazılara göz attım. İlgimi çeken bir şey olmadı içlerinde. Pizza tabağımı ve bardağımı mutfağa götürdükten sonra telesekreterin başına geçip mesajları dinledim. Arayanlardan ikisi yanlış numara çevirmiş olmalıydı, dıt dıt seslerinden başka bir şey duymadım. Sonuncusu ise artık iyice tanıdığım bir sesti. Başı kocasıyla belada olduğu için yardımımı isteyen, ama her nasılsa her seferinde telefon ya da adres bırakmayan o kadının sesi. İşin tuhafı, bir kez bile ben evdeyken aramıyordu unutkan müşteri adayım.

      Ortalıkta yapacak iş kalmayınca aklım bilgisayara gitti. Cessna’yla Michigan Gölü’nün artık ezbere bildiğim çevresinde küçük bir tur atabilirdim. Ama pizzanın ağırlığını midemde ve gözlerimde hissetmeye başlamıştım. Renkli olacağını umduğum bir ekspozisyona davetli olmanın coşkusuyla, akşama vücutça hazırlanmaya karar verdim ve gidip yattım.

      Beynimin içinde patlayan bas ve davul sesleriyle uyandım. Üst kattaki liseli delikanlı okuldan dönmüş olmalıydı. Bu ince duvarları yapanlara bir kere daha küfredip sırf bu işlev için edindiğim uzun sopayla tavana vurdum. Müzik kesildi. Bir keresinde apartmanın girişinde gösterdiğim bir iki bilek hareketinden sonra saygısını kazanmıştım oğlanın.

      Üstümdeki salak mahmurluğu atmak için yeniden duşa girdim. Çıkınca içtiğim kahve işe yaradı. Ani bir kararla İstanbul üstünde uçmaya başladım. Belki binlerce kez girip çıktığım Atatürk Havalimanı’nın kimi binalarını temsil eden birkaç dikdörtgenden başka yapı yoktu Microsoft Flight Simulator’ün İstanbul’unda. Marmara, Boğaz, Haliç ve Karadeniz yerli yerindeydi. Uzaklardaki Uludağ’dan başka yükselti yoktu altımda uzayıp giden kara ve deniz parçalarında. Olmayan Boğaziçi Köprüsü’nün üstünde uçup, olmayan Esma Sultan Yalısı’na baktım tepeden.

      Hazırlanma vakti gelinceye kadar alçalıp yükselip uçtum İstanbul’un üstünde. Sıkılınca, Cessna’nın motor gürültüsü bir daha asla dinleyemeyeceğim bir blues parçası gibi kulaklarımda, her kentin 4000 fit üstünde hazır bekleyen bulutların içine girdim. Ekran tümüyle beyazlaştığında, manyetoları kapattım birden. Bıraktım uçağım kendi kendine süzülüp istediği yere düşsün diye. Giyinmek için bilgisayarın başından kalktım.

      Bu tür akşamlar için hazır tuttuğum takım elbisemi giydim tıraş olduktan sonra. İşim bitince aynanın önünde kendime baktım. İşte Remzi Ünal diye dalga geçtim kendimle. Şu, Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sını bile adam gibi indirmeye teşebbüsten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal… İşe çıkıyor.

      Evin önündeki otomobilim iki gündür yerinde pineklemekten ince bir bahar tozuyla kaplanmıştı. Yağmur yağsa da yıkansa kendi kendine diyecekken vazgeçtim Dilek Aytar’ı hatırlayıp. Sileceklere su püskürtüp ön camı yıkamakla yetindim. Kasetçalardaki Buddy Guy’ı dinleye dinleye Akmerkez’in önünden Ulus, oradan Ortaköy’e yöneldim.

      Akşamın Ortaköy’ü pazartesi tenhalığındaydı. Yine de işbaşındaki otopark delikanlılarından biri el etti Portakal Yokuşu’ndan aşağı ağır ağır inerken. Otomobilimi onlara emanet edip Ortaköy Spor Kulübü’ne bağış makbuzu müsveddesini cebime attım. Kokoreççilerin karşı kıyısından yürüyüp Esma Sultan Yalısı’nın önüne eriştim.

      Ana girişin önündeki kalabalığa bakarsanız, yeni kurulmuş ikinci sınıf bir özel lisenin, gelenekselleştirmeye çalıştığı mezuniyet töreninin ilkinde toplaşan mutlu veliler görüyorum sanırdınız. Göbeklerinden rahatsızlık duymadığı belli olan erkeklerle, genellikle onlardan uzun boylu ve yüzleri boyaların ağırlığından sarkmış birtakım kadınlar, diğer davetlilere bakmalarını engellemeyen ağır adımlarla içeri giriyorlardı.

      Kalabalığa karışıp kapıya doğru ilerledim. Aralarında Kayseri bayii gibi durup durmadığımı merak ediyordum.

      İlhan Karasu ile Dilek Aytar girişteydiler. İlhan Karasu smokin giymişti. Dilek Aytar yerlere kadar uzanan, sıkı dekolteli, daracık siyah bir elbise içindeydi. Boynunda sabahki metal yuvarlaklar yerine gösterişli bir inci gerdanlık vardı. Omzundan böyle bir gece için gözüme büyük gözüken siyah bir çanta sarkıyordu. Yanlarında çirkince bir kadın daha ayakta dikiliyordu. Kimsenin dikkatini çekmeyecek, sıradan bir tayyör vardı üstünde.

      Davetlileri karşılayan üçlüye yaklaştıkça bir huninin içindeymiş gibi daralan insan kalabalığına uyarak sıraya girdim. İki adım ötedeki bir fotoğrafçı, İlhan Karasu ve yanındaki çirkin kadına yaklaşıp öpüşen her davetli çift için iki flaş patlatıyordu. Sıra bana geldiğinde bütün Kayseri bayiliğimi takındım.

      “Ooo, Remzi Bey,” dedi İlhan Karasu.

      “Gözünüz aydın, yağmur yağmadı,” dedim.

      İster istemez bakışlarını göğe kaldırdı İlhan Karasu.

      “Allah