Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET


Скачать книгу

onaylamıyormuş gibi kaşlarını çatmış bakıyordu.

      Onu yağmur ya da takım konusunda rahatsız etmemeye karar verip bahçenin içerilerine doğru yürüdüm. Davetliler üçlü dörtlü gruplar halinde yerlere yerleştirilmiş dev mumların titrek ışıklarında titreyen gölgeleriyle ayakta gevezelik ediyorlardı. Seyyar aydınlatmalarıyla ortalıkta dolaşan bir iki kamera, ellerindeki tepsileriyle sayısız garson vardı. Kimi bayilerin yetişkin kızları biraz sonra ortalığa dökülecek mankenlerle rekabette kararlı gibi giyinmişlerdi. Seyrekleşen davetlilerin arasından yürüyüp denize kadar ulaştım. Buralara kadar gelip, Boğaz’ın güzelliklerine karşı bedava viski yudumlamamayı suç addeden birkaç kişi de oradaydı. Geri dönüp Esma Sultan Yalısı’ndan artakalan yıkıntıların içine baktım. Podyum orada hazırlanmıştı. Yerden yarım metre yükseklikte uzun bir platformdu podyum. Platformun baş tarafında kapatılarak giysi değiştirme alanı haline getirilmiş bölümün çevresinde hareketli bir çalışma vardı. Televizyonda sık sık gördüğüm bir iki mankenin yüzünü seçtim o kargaşada.

      Arkamdaki hareketlenmeyi algılayınca geri döndüm. Televizyoncuların seyyar ışıkları aynı yöne doğru çevrilmişti şimdi. Kameralar artık içeri girmiş olan gürültücü kalabalığın ortasındaki en uzun boylu futbolcuya yönelmişti. Gözlerini kapayan güneş gözlüklerine ve saçsız haline karşın tanıdım çocuğu. Kaleci Zafer’di. Birinci ligden taşıdığı ününün hâlâ onunla olduğunu bir kez daha görmüş ve mutlu olmuş gibi gülümsüyordu kameralara. Üzerinde kapkara bir takım elbise vardı. Gömleğinin yaka düğmesini kapamış, ama kravat takmamıştı. Jilete vurulmuş kafası siyah giysilerinin üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Görgüsüz Karasu Tekstil bayilerinden kendisine selam verenlere öne eğilerek selam verdi. Bir ikisiyle el sıkıştı. Kameralara alışık olmayan takım arkadaşlarını bu renkli dünyayla tanıştırır gibi bir hali vardı her yaptığıyla.

      Kameraların ilgisi uzun sürmedi ama. Sanki iş olsun diye yapılan çekimler bitip ışıklar sönünce, takım güvenli bir köşe arar gibi yavaş yavaş yürüyüp duvarın dibine toplandı. Uzaktan her birinin yüzünü belleğime kaydetmek için uzun uzun baktım. Boyunlarında makineleriyle muhabirler, kalabalığın içinde başka avlar aramak için dağıldılar. Biri dışında.

      Bu geceye hiç ama hiç uymayan kim var burada diye sorsam, bu şişko gazeteciyi gösterirdiniz bana. En azından beş kilo daha ince olduğu günlerde satın alınmış beyaz bir takım elbise giymişti. Pantolonunu, kemerin hemen altında dışa doğru sarkan bir çıkıntıyı zor zapt ediyordu. Kravatı, iliklenmemiş gömlek yakasının düğmesinden beş altı santim aşağıda sarkıyordu. Boynunda sıkı bir teleobjektifi olan bir fotoğraf makinesi sallanıyordu. Bir elinde içki bardağı, diğer elinde yuvarlak yüzünü pırıl pırıl parlatan terleri silmek için bir mendil vardı. Futbolcularla, ortak düşmanları bu yabancı dünyaya karşı ittifak halinde karşı koymak istermiş gibi omuz omuza dikilip, kocaman gövdenin ağırlığını bir o ayağına, bir öteki ayağına vererek duruyordu duvarın dibinde.

      Ama gözleri… O mesafeden bile, kocaman yüzünde, hakiki bir canlılık taşıyan tek unsurun gözleri olduğunu algılıyordunuz. Etrafta olup biten hiçbir şeyi kaçırmamak için fıldır fıldır bakıyordu kalabalığa. Bakıyordu ve yazıyordu zihninde bir yerlere. Yazıyordu ve bardağından bir yudum daha alıyordu.

      Biri omzuma dokununca geri döndüm.

      Reklamcı arkadaşım. Yalnızdı. Buraya gelmeden önce de bir yerlerde bir iki kadeh içmiş gibi duruyordu. Belki bir iki kadehten de fazla.

      “Antrenmanı kaçırdık bu akşam,” dedi.

      “Ben çalışıyorum,” dedim.

      “Orasına bakarsan ben de çalışıyorum,” dedi gevrek gevrek.

      “Dinle,” dedim. “Şu Barbie House’un patronu buralarda mı? Sen hepsini tanırsın. Bir göster bana.”

      Sanki çok zor bir soru sormuşum gibi bütün dikkatini toplayıp etrafımıza baktı.

      “Cem Tümer mi?” dedi. “Demin gördüm, buluruz. Gel şöyle yürüyelim,” diye sürükledi beni koluma girip.

      İnsanların arasında yürümeye başladık. Hafif sendeliyor, dengesini yeniden bulmak için bana yaslanıyordu.

      “Dilek çaktırmadan sıkıştırdı beni, senin kim olduğunu öğrenmek için bugün,” dedi.

      “Farkındayım,” dedim. “Ötmüşsün.”

      “O benim Karasu Tekstil’deki üç numaralı patronum,” dedi reklamcı arkadaşım. “Hoş tutmak zorundayım.”

      “İki numara kim?” dedim.

      “Bilmiyor musun?” dedi yan yan yüzüme bakıp. “Doğru, sen bugün tanışmadın. Kayahan Karasu Beyzade. Patronun biricik oğlu.”

      “Gerçekten iki numara mı?”

      “Aslında belki de bir numara. Belkisi fazla bile. Açık seçik bir numara. Ama gizli gizli.”

      “Çekleri İlhan Karasu imzalıyordu ama?”

      Kalabalıkta tanıdığı bir iki kişiye selam vererek sürükledi beni yıkıntılara doğru.

      “Canım o daha işine geliyor Kayahan’ın. Babası geçmişten kalma alışkanlıklarıyla günlük sıradan işlerin içinde her şeye hâkimim sanıyor kendini. Oysa Kayahan ödeme planını onaylamadan tek çek, senet düzenlenmez bu şirkette. En azından benim ödemelerim. Hoş, pek ödeme aldığım yok ya bu kriz ortamında. Aşağı yukarı bütün temel kararlar Kayahan’ındır. Kendisi alır kararları, ustaca babasının kendi kararı olduğunu sanmasını sağlar. Dilek de yardım eder ona bu konuda.”

      “Neden?” dedim. “O da mı esas patrona sadık?”

      “Daha çok gelecekteki zengin bir koca için yatırım yapıyor diyelim,” dedi reklamcı arkadaşım.

      “Amma dedikoducusun ha,” dedim.

      “Dedikodu değil,” dedi. “Dilek’in gerektiğinde İlhan Bey’e bile kafa tutacak gücü Kayahan’dan aldığını Karasu Tekstil’de herkes bilir. İlan edilmemiş bir nişan vardır aralarında.”

      “Karasu Güneşspor?”

      Reklamcı arkadaşım antrenmandan sonra giyinirken yapılan soyunma odası esprilerinden birine güler gibi güldü.

      “Karasu Güneşspor, Kayahan’ın babasına tanıdığı ender özgürlük alanlarından birisidir. Dilediği gibi oynamasına izin verir. Ama bahse girerim, yanılıp birinci lige falan çıksınlar, harcamalar çoğalmaya yüz tutsun, el koyup bıraktırır o işi. Bak orada şehzadem.”

      Podyumun bitimindeki kıyafet değiştirme bölümünün önünde koşuşturup duranların arasındaki genç bir adamı gösterdi burnuyla. Hareketliliğin odak noktası olduğu ta bizim durduğumuz mesafeden bile belli oluyordu. Elleri kollarıyla, ağarmaya başlamış saçlarına rağmen formunu koruduğu buradan bile belli olan bir kadına bir şeyler anlatıyor, kadın da başıyla onaylayarak dinliyordu onu. Mavi renk smokin giymiş biri gelip elindeki kâğıtta bir yer göstererek bir şeyler sordu, yanıtını alınca geldiği gibi uzaklaştı.

      “Benim sunuşun bir bölümünü daha piç ettiler eminim şu iki dakikanın arasında elbirliğiyle,” dedi reklamcı arkadaşım. “Sanki bir haftadır yaptıkları yetmezmiş gibi.”

      Mavi smokinli adamı tanıdım sonra. Hafta içi akşamlarının en popüler yarışma programını sunan sunucuydu. Kayahan Karasu beyaz saçlı kadına bir iki şey daha söyledikten sonra elbise değiştirme bölmesinin girişinde kayboldu.

      “Ne zaman başlayacak gösteri?” dedim reklamcı arkadaşıma.

      “Daha