Onların binada yaşamalarına izin veriyor oluşlarına katlanamıyordu. Bilhas- sa çok yakınına gelmeleri fazlasıyla canını sıkıyordu. Kyle yürümekteyken omzunu, içlerinden birine doğru eğip sert- çe çarptı. “Hey!” diye bağırdı adam; fakat Kyle yürümeye devam etti. Dişlerini gıcırdatıyor ve koridorun sonundaki geniş çiftli kapıya doğru yürümeye devam ediyordu.
İş Kyle’a kalsa hepsini öldürürdü; fakat bunu yapmasına müsaade yoktu. Meclisi, hâlâ Yüce Konsey’e hesap vermek zorundaydı ve artık nedeni her neyse bu işten geri duruyor- lardı. İnsan ırkını yeryüzünden silmek için doğru zamanı kolluyorlardı. Kyle şu an itibarıyla binlerce yıldır bekliyor- du ve daha ne kadar süreceğini bilmiyordu. Tarih içerisinde bu noktaya yaklaştıkları, yeşil ışığın yakıldığı birkaç güzel an vardı. 1350’de Avrupa’da, nihayet herkes bir uzlaşmaya vardığında hep beraber veba salgınını başlatmışlardı. Ah, ne güzel zamanlardı! Kyle bunu düşününce gülümsedi.
Güzel olan başka birkaç zaman daha vardı: Karanlık Çağ- lar gibi. Savaşı tüm Avrupa sahasına yaymalarına izin veri- len, milyonlarca kişiyi öldürüp tecavüz ettikleri zamanlar… Kyle’ın gülümsemesi yüzüne yayıldı. Bunlar hayatındaki en güzel birkaç asır arasındaydı.
Ancak son birkaç asırdır Yüce Konsey pek zayıf, pek zavallı hâle gelmişti. İnsanlardan korkuyor gibiydiler. İkinci Dünya Savaşı güzeldi gerçi; ama çok sınırlı ve kısa olmuştu. Kyle daha fazlasını istiyordu. O zamandan beri ne geniş çaplı salgınlar ne de gerçek savaşlar olmuştu. Sanki vampir ırkı, insanların gittikçe artan sayısından ve gücünden korkup felç geçirmişti.
Artık nihayet bir araya geliyorlardı. Kyle çalım sata sata belediye binasının kapısından çıkıp merdivenlerden inerken yaylanarak yürüyordu. South Street Limanı’na olan yolculu- ğunu hatırlayınca adımlarını büyüttü. Onu bekleyen büyük bir nakliyat vardı: On binlerce sepet dolusu, el değmemiş, ge- netiği değiştirilmiş hıyarcıklı veba virüsü. Bunu yüzlerce yıldır Avrupa’da depolamaktaydılar; son salgından beri kusursuz bir şekilde koruma altına almışlardı. Şimdi bir de antibiyotikle- re tamamen dayanıklı olması için genetiğini değiştirmişlerdi. Alıp canının istediğini yapması, Amerika kıtasına yani kendi bölgesine yeni bir savaş yaymak için hepsi Kyle’ın olacaktı. Önümüzdeki yüzyıllar onun ismini hiç unutmayacaktı.
Bunu düşünmek Kyle’a yüksek sesli bir kahkaha attırdı. Yüz ifadesine bakılırsa kahkahası daha çok bir sırıtma gibi duruyordu.
Meclislerinin lideri Rexius’a bunu bildirmek zorunda ka- lacaktı elbet fakat bu, teknik bir ayrıntıdan ibaretti. Gerçek- te ise bunu yönlendiren kendisi olacaktı. Kendi meclisindeki-ve tüm komşu meclislerdeki- vampirler ona cevap vermek zorunda kalacaktı.
Kyle hâlihazırda salgını nasıl yayacağını biliyordu: Bir posta Penn İstasyonu’na, bir tane Grand Central’a ve bir tane de Times Meydanı’na. Zamanlamaları, yoğun saatlere denk gelecek şekilde kusursuz hesaplanacaktı. İşte bu, oku yaydan çıkarabilirdi gerçekten. Tahminlerine göre birkaç gün içinde Manhattan’ın yarısı enfeksiyonu kapmış ve diğer hafta içindeyse tamamı hastalanmış olacaktı. Bu salgın ça- bucak yayılıyordu. Onu öyle bir düzeltmişlerdi ki artık hava yoluyla taşınabiliyordu.
Zavallı insanlar elbette şehri karantina altına alacaktı. Köprüleri, tünelleri, hava ve deniz trafiğini kapatacaklardı. İşte bu tam da onun istediği şeydi. Kendilerini, peşinden gelecek terörün içine kapatmış olacaklardı. Salgından ölmek üzereyken Kyle ve binlerce müridi, insan ırkının şimdiye kadar gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bir vampir savaşı çı- karacaktı. Birkaç gün içerisinde tüm New York sakinlerini yeryüzünden temizleyeceklerdi.
Sonra da kent onların olacaktı. Sadece yerin altı değil ye- rin üstü de… Bu, şehirdeki ve ülkedeki her meclisin aynısını yapması için çağrıda bulunan bir işaret fişeği olacaktı. Birkaç hafta içinde tüm dünya değilse bile tüm Amerika onların olabilirdi. Tüm bunları başlatan kişi de Kyle olacaktı. Vam- pir ırkını yer üstüne çıkaran kişi olarak akılda kalacak kişi o olacaktı.
Tabii geri kalan insanlar için her zaman bir çare düşüne- bilirlerdi. Mesela hayatta kalanları köleleştirip devasa üreme çiftliklerine tıkıştırabilirlerdi. Bu Kyle’ın hoşuna giderdi. Köle insanların semirip tombullaşmasını garanti altına alır ve böylece kendi ırkı beslenmek istediği zaman ellerinde iç- lerinden dilediklerini tercih edebilecekleri, tamamı hazır ve nazır, sonsuz seçeneğe kavuşurlardı. Evet, düzgün beslenir- lerse insanlar iyi köleler ve pek leziz öğünler olurlardı.
Kyle’ın bu düşünceler karşısında salyaları aktı. Önünde muhteşem zamanlar duruyordu.
Hiçbir şey yoluna çıkamazdı; Cloisters’ın altına yuva yap- mış şu lanet Ak Meclis dışında. Evet, onlar yoluna çıkan taş olacaklardı; fakat pek büyük bir tanesi değil. Bir kez şu Caitlin denen melun kızı ve Caleb denen alçak muhbiri bul-duğunda ikisi onu kılıca götüreceklerdi. Ardından Ak Mec- lis savunmasız duruma düşecekti. Yollarında duracak kimse kalmayacaktı.
Kyle avucunun içinden kaçan o küçük aptal kızı düşün- dükçe hiddetle doldu. Onun tarafından resmen aptal yerine konulmuştu.
Wall Street’e döndüğünde oradan geçen iri yarı bir adam karşısından geçme talihsizliğine mazhar oldu. Tam yolları- nın kesiştiği sırada Kyle adama var gücüyle bir omuz attı. Adam birkaç adım geri gidip duvara tosladı.
İyi bir takım elbise giymiş olan bu adam bağırdı, “Hey ahbap, derdin ne senin?”
Kyle küçümseyici gülüşüyle ona baktığında adamın yüz ifa- desi değişti. 195 santimlik boyu, geniş omuzları ve iri hatlarıy- la Kyle meydan okunacak bir adam gibi durmuyordu. Adam oldukça cüsseli olmasına rağmen çabucak arkasını dönüp yü- rümeye devam etti. Yoğurdu üfleyerek yiyordu besbelli.
Adama omuz atmak kendini biraz daha iyi hissettirmiş olsa da Kyle’ın hiddeti hâlâ alev alevdi. O kızı yakalayacaktı ve yavaş yavaş öldürecekti.
Ancak zamanı daha gelmemişti. Önce kafasını toplama- lıydı. Nakliye için limana gitmek gibi yapacak daha önemli işleri vardı.
Evet, derin bir nefes aldı ve tekrar yavaşça gülümsedi. Yü- kün olduğu yere ulaşmasına sadece birkaç blok kalmıştı.
Onun Noel günü bu olacaktı.
Beşinci Bölüm
Sam şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı. Gözlerini açtığında ambarın zemininde, samanların üstünde sızmış olduğu-nu fark etti. Soğuktu. Arkadaşlarından hiçbiri önceki gece ateşe odun atma zahmetine girmemişti. Onların da kafası çok iyiydi demek ki.
Daha da kötüsü, oda hâlâ dönüyordu. Sam başını kal- dırdığında ağzında kalmış bir tutam samanı çıkardı ve şa- kaklarında korkunç bir acı hissetti. Garip bir pozisyonda uyuyakaldığı için döndürmeye çalıştığında boynu acıyordu. Gözlerini ovuşturup üstünde kalan örümcek ağlarını temiz- lemeye çalıştıysa da meret pek çabuk temizlenmiyordu. Son gece gerçekten fazla kaçırmıştı. Bongu hatırlıyordu. Sonra bira, sonra viski, sonra yine bira. Kusma molası. Sonra biraz daha ot, rahatlamak için. Sonra tam olarak nerede ve ne za- man olduğunu hatırlayamadığı sızması.
Hem karnı açtı hem midesi bulanıyordu. Sanki bir istif gözleme ve bir düzine yumurta yiyebilirmiş gibiydi; fakat bunu yaptığı saniye kusacağını hissediyordu. Aslında şimdi de hiç kusası yokmuş gibi değildi.
Önceki günden kalma tüm parçaları