dı. Caitlin tuttuğu nefesini koyverdi.
“Aman Tanrım!” dedi Luisa. “O kızlar daha önce hiç kimseye yüz vermemişti. Birini davet ettikleriyse görülmüş şey değil.”
“Biliyorum” dedi Caitlin.
“Caitlin!” dedi Luisa birden koluna yapışarak. “Şimdi ha- tırladım. Susan. Sam ile ilgili bir şeyler söylemişti. Geçen hafta. Coleman’lar ile takılıyormuş. Üzgünüm, şimdi aklıma geldi. Belki yardımı olur.”
Coleman’lar. Elbette. Başka nerede olacaktı?
“Bir de” diye devam etti Luisa aceleyle, “Bu gece Frank’lerde toplanıyoruz. Gelmelisin! Seni çok özledik. Ta- bii ki Caleb’i de getir. Tadına doyum olmaz bir parti olacak. Sınıfın yarısı geliyor. Orada olmalısın.”
“Yani… bilmem ki…”
Zil çaldı.
“Gitmeliyim! Döndüğüne çok sevindim. Seni seviyorum. Beni ara. Hoşçakal!” dedi Luisa ve Caleb’e el salladıktan son- ra arkasını dönüp aceleyle koridorda uzaklaştı.
Caitlin normal hayatına geri döndüğünü hayal etmeye bıraktı kendini; tüm arkadaşlarıyla birlikte takıldığını, parti- lere gittiğini, normal bir okulda mezun olmak üzere olduğu- nu… Bu his hoşuna gitti. Bir anlığına, geçen hafta olan şey- lerin tamamını bütünüyle aklından çıkarmayı denedi ciddi ciddi. Kötü olan hiçbir şeyin meydana gelmemiş olduğunu hayal etti.
Ancak dönüp Caleb’i gördüğünde gerçeklik suratına bir tokat gibi çarptı. Hayatı kalıcı olarak değişmişti. Asla eski hâline dönmeyecekti. Bunu kabul etmekten başka çaresi yoktu.
Birini öldürmüş olduğundan, polisin onu aradığından, onu yakalamalarının sadece bir zaman meselesi olduğundan ya da tüm bir vampir ırkının harıl harıl onun peşinde oldu- ğundan, şu aradıkları kılıcın bir sürü insanın hayatını kurta- rabileceğinden bahsetmeye bile gerek yoktu.
Hayat asla eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. Sadece mev- cut gerçekliğini kabul etmeliydi.
Caitlin, Caleb’in koluna girdi. Ön kapıya doğru yürüme- ye koyuldular. Coleman’ların nerede yaşadığını biliyordu ve Sam’in orada kalıyor olması akla yatkındı. Şu an okulda de- ğilse muhtemelen oradaydı. Gitmek zorunda oldukları bir sonraki yer orası olacaktı.
İkisi ön kapıdan çıkıp temiz havaya adım attıklarında Ca- itlin, bu liseden bir kez daha yürüyerek çıkmanın ne kadar iyi hissettirdiği karşısında şaşakaldı.
Caitlin ve Caleb, Coleman’ların evinin karşısında yü- rürken ayaklarının altındaki çimenlerin üstünü kaplayan karlar çatırdıyordu. Evin kendisi pek ahım şahım değildi; taşra yolunun kenarında, mütevazı bir çiftlik eviydi. Ancak evin epey arka tarafında bir ambar vardı. Caitlin, bir sürü yük kamyonunun çimenliğin üstüne gelişigüzel park ettiği- ni, buz ve karın üstündeki ayak izlerini görünce de ambarın oraya doğru epey bir trafik olduğunu anladı.
Oakville’deki çocukların yaptığı şey buydu işte: Birbir- lerinin ambarlarında takılmak. Oakville biraz köy biraz da taşra özellikleri taşıyordu; çocuklara ebeveynlerinin evinden yeterince uzaktaki bir yapının içinde takılma fırsatını su- nuyordu ve böylece anne-babalar çocuklarının ne yaptığını ya bilmiyor ya da umursamıyordu. Bu durum kömürlükte takılmaktan bin kat daha iyiydi. Ebeveynleriniz yaptığınız hiçbir şeyi duyamazdı. Bir de herkes buraya kendi başına girer, çıkardı.
Caitlin derin bir nefes alıp ambara doğru yürüdü ve ağır ahşap kapıyı yana doğru itti.
Dikkatini çeken ilk şey kokuydu: Esrar kokusu. İçerisi duman altıydı.
Bu koku, çok kesif bir bayat bira kokusuyla birleşiyordu.
Ardından onu diğer her şeyden daha çok şaşırtan şey ise bir hayvan kokusu oldu. Önceden duyuları hiç bu kadar keskin değildi. Bir hayvanın mevcudiyeti onu sarsarak tüm duyularını esir aldı. Sanki az önce amonyak koklamış gibiy- di.
Gözlerini sağa çevirip zum yaptı. İşte orada, köşede bir Rottweiler duruyordu. Yavaşça ayağa kalkıp ona baktı ve hırladı. Kısık, karından gelen bir havlama sesi çıkardı. Bu Butch idi. Onu şimdi hatırlamıştı, Coleman’ların çirkin köpeği. Sanki Coleman’ların pek fena resimlerine, rezil bir hayvanı eklemeye ihtiyaçları varmış gibi…
Coleman’lar her zaman kötü haber demekti. On yedi, on beş ve on üç yaşlarındaki üç kardeşten ortanca olanı Gabe ile Sam bir zaman arkadaş olmuştu. Her biri birbirinden beterdi. Babaları çok uzun zaman önce onları terk etmişti, kimse nereye gittiğini bilmiyordu ve anneleri hiç ortalıkta olmuyordu. Kendi kendilerini yetiştirmişlerdi. Yaşlarına bakmadan, ne zaman görseniz ya sarhoştular ya da kafaları iyiydi. Okula gitmedikleri zamanlar ise gittiklerine kıyasla daha fazlaydı.
Caitlin, Sam’in onlarla takılmasına bozuluyordu. Bunun onu iyi bir yere götürmesi olanaksızdı.
Arka planda müzik çalıyordu; Pink Floyd, Wish You Were Here.
Tahmin ettiğim gibi, diye düşündü Caitlin.
Etraf karanlıktı. Işıl ışıl bir gündüz vakti içeri girince göz- lerinin alışması için birkaç saniye gerekti.
İşte oradaydı, Sam. Eski püskü kanepenin ortasında otu- ruyor ve etrafını bir sürü oğlan çevreliyordu. Bir tarafında Gabe, diğer tarafında ise Brock vardı.
Sam bir bong kullanmaktaydı. İçine çekmeyi yeni bitir- mişti ve arkaya çekilip yaslandı; dumanı çekmişti ve bırak- mıyordu. Nihayet dumanı dışarı üfledi.
Gabe onu dürttü ve Sam ona baktı. Dumanın içinden çakır gözlerle Caitlin’e baktı. Gözleri kan çanağı gibiydi.
Caitlin midesine bir sancının saplandığını duyuyordu. Hayal kırıklığının ötesindeydi bu. Olanlar sanki kendi ha- tasıymış gibi hissediyordu. Birbirlerini New York’ta en son gördükleri zamanı, kavga edişlerini, can yakan sözlerini dü- şündü. “O zaman git!” diye bağırmıştı ona. Neden bu kadar acımasız olmak zorundaydı ki? Neden bunu düzeltmek için hiç şansı olamamıştı?
Artık çok geçti. Eğer farklı kelimeler seçseydi işler daha farklı olabilirdi.
Aynı zamanda bir öfke dalgası hissetti. Coleman’lara, şu yırtık pırtık kanepenin, sandalyelerin ve saman istiflerinin üstünde oturup içmek ve esrar çekmekle meşgul, yaşamla- rıyla ilgili bir derdi olmayan tüm şu oğlanlara karşı. Yaşam- larıyla ilgili bir dert taşımamakta özgürdüler; fakat Sam’i de yanlarına çekmek konusunda değil. Sam onlardan daha iyiydi. Sadece ona yol gösteren kimse olmamıştı, o kadar. Ne bir baba figürü görmüştü ne de annesinden bir nezaket. O harika bir çocuktu ve Caitlin biliyordu ki sadece yarı-sabit bir evi olsa bile sınıfının en iyisi olabilirdi. Ancak gelinen noktada her şey için çok geçti. Sam bunları umursamayı bı- rakmıştı.
Caitlin ona doğru birkaç adım yaklaştı. “Sam?” dedi.
Sam tek bir kelime etmeden sadece baktı.
Bu bakışların ne manaya geldiğini anlamak zordu. Uyuş- turucular yüzünden miydi? Yoksa umursamıyormuş taklidi mi yapıyordu? Acaba gerçekten umursamıyor muydu?
Kayıtsız bakışları Caitlin’i feci şekilde üzdü. Onu gör- düğünde çok mutlu olacağını, ayağa kalkıp ona sarılacağını beklemişti; bunu değil. O umursuyormuş gibi dahi gözük- müyordu. Sanki Caitlin bir yabancıymış gibi. Acaba sadece arkadaşlarının karşısında