Фрэнсин Джей

Azla Mutlu Olmak


Скачать книгу

değiliz. Hatırlayın, alan eşyalara eş (ya da bakış açınıza göre, daha fazla) değere sahiptir. Eğer 400 metrekarelik bir evde yaşıyorsanız, 400 metrekarelik eşya edinmek zorunda değilsiniz. Eğer tam boy bir dolaba sahip olacak kadar şanslıysanız, bunun her santimini kullanmak zorunda değilsiniz. Gerçekten! Aslında bunları yapmazsanız çok daha kolay yaşar ve nefes alırsınız.

      Giriş bölümünde bir kabın değeri ve en büyük potansiyeline boş olduğunda sahip olması üstüne kısaca konuşmuştuk. Bir çaydanlıkta çay demlediğimizde, bunu içebilmek için boş bir çay bardağına ihtiyacımız var. Yemek pişirmek istediğimizde, boş bir tencere lazım. Tango yapmak istersek, bunun için de boş bir odaya ihtiyacımız var.

      Aynı şekilde, evlerimiz ev hayatımızın kaplarıdır. Dinlenmek, yaratmak ve ailelerimizle oynamak istediğimizde, bunu yapabilmek için boş bir alana ihtiyaç duyarız. Alternatif bir şekilde, evlerimizi hayatlarımız için bir sahne olarak da düşünebiliriz. En iyi performans için, içlerinde hareket edebilmeli ve kendimizi özgürce ifade edebilmeliyiz, dekorlara takılıp düşmenin pek eğlenceli (ya da hoş) olmadığını kabul etmek gerekir.

      Aynı şekilde fikirlerimiz için de alana ihtiyacımız vardır – karışık bir oda genellikle karışık bir zihne neden olur. Diyelim ki kanepenizde oturuyor, bir kitap okuyor ya da müzik dinliyorsunuz ve tamamen derin bir düşünce zihninizi ele geçiriyor: Kim bilir, belki de insan doğası hakkında bir sezgi doğdu içinize ya da hayatın anlamını keşfetmek üzeresiniz. Derin düşüncelere dalmış insanlığın gizemlerini çözüyorsunuz ki bakışınız kahve sehpasındaki dergi yığınına ya da köşedeki çamaşır sepetine takılıyor. “Hmm, bununla ilgilenmem gerekir,” diye düşünüyorsunuz, “Acaba akşam yemeğinden önce yetiştirebilir miyim…” Zihniniz ânında bir dönüş yapar ve düşünce zincirini kaybedersiniz – ve onunla beraber büyük bir filozof olarak şöhretinizi de.

      Elbette karmaşadan uzak bir çevreyi takdir etmeniz için Aristoteles olmanız gerekmiyor. Daha dünyevi türden faaliyetler bile alan ve yalınlıktan son derece yararlanır. Örneğin, etrafınızda kafanızı karıştırıp dikkatinizi dağıtacak milyon tane ıvır zıvır yokken eşinize ya da bebeğinize tam dikkatinizi vermek çok daha kolaydır.

      Aslında, alanın en güzel yönü de budur: Bizim için gerçekten özel olan şeyleri (ve kişileri) spot ışıklarının altına çeker. Eğer çok güzel bir resme sahipseniz, bunu başka bir dekor kalabalığına boğmazsınız – kendisini gösterebilecek kadar yer bırakarak kendi başına asarsınız. Eğer nadide bir vazonuz varsa, bunu çöp yığınının altına gömmezsiniz – kendisine ait bir altlığın üstüne yerleştirirsiniz. Bizim için önem taşıyan şeylere buna denk bir saygıyla davranmalıyız, bu da aslında önemli olmayan ne varsa ortadan kaldırmak anlamına gelir.

      Evlerimizde alan yaratarak odak noktasını olması gereken yere geri koyarız: neye sahip olduğumuza değil, ne yaptığımıza. Hayat, eşyalar için tasalanmaya değmeyecek kadar kısa. Yaşlanıp saçlarımız ağardığında, sahip olduğumuz şeyler hakkında değil de onların arasında neler yaptığımız hakkında atıp tutacağız.

      8. Sahip Olmadan Tadını Çıkarın

      Birisi size –asla satmamanız şartıyla– Mona Lisa’yı önerseydi? Elbette, nefes kesen bir tabloya yirmi dört saat bakma şansınız olurdu ama bir anda insanlığın en büyük hazinelerinden birinin tüm sorumluluğu da sadece sizin omuzlarınıza yüklenirdi. Onu hırsızlardan korumak, toz ve kirden, günışığından uzak tutmak ve ideal ısı ile nemde saklamak hafif bir görev olmazdı. Hiç şüphe yok ki onu görmek için akın eden sanat meraklılarıyla da baş etmek zorunda kalırdınız. Büyük olasılıkla, ona sahip olmaktan kaynaklanacak zevk onu korumanın ve kollamanın yükü tarafından gasp edilecekti. Çok geçmeden o gizemli gülüş o kadar da alımlı görünmeyebilirdi.

      Bir daha düşününce, teşekkürler ama hayır – Louvre’da kalmaya devam etsin!

      Modern toplumumuzda insanlığın bu kadar çok başyapıtına –onlara sahip olmaya ve bakımlarını üstlenmeye zorunlu olmadan– ulaşabilir olmamız inanılmaz bir şans. Şehirlerimiz o kadar muhteşem sanat, kültür ve eğlence kaynaklarıdır ki kendimize ait dört duvar arasında bunların ürünlerinin yapay benzerlerini yaratmaya ihtiyacımız olmaz.

      Bu dersi yıllar önce üniversiteden yeni mezun olduğum günlerde almıştım. Okulda sanat tarihi okumuş ve bir modern sanat galerisinde yarızamanlı çalışmıştım. Onlarca sergi gördüm, düzinelerce monografi okudum ve kendimi tam anlamıyla uzman olarak düşünmeye başladım. Böylece ünlü bir sanatçıya ait bir baskıyı alma şansım doğduğunda fırsatı kaçırmadım. Gençliğimin önemli bir adımıydı – sanat koleksiyoncusu olma yolundaydım.

      Elde etmenin zevki, baskıyı uygun şekilde çerçeveletme sorumluluğu (ve masrafı) karşısında biraz azaldı. Sonra bunu nerede sergileyeceğim meselesiyle ilgilenmek zorundaydım. Doğal olarak, bir modern sanat eserinin savaş öncesi yıllardan kalma dairemde nasıl görüneceği konusunda bir an bile düşünmemiştim. Ne de aydınlatma, yansıma ve görüş açısı gibi konuları değerlendirmiştim. En sonunda onu şöminenin üstündeki başköşeye yerleştirdim. Eski tuğla duvarla biraz uyumsuz olsa da dekorumun odak noktası olmasını istiyordum (ne de olsa iyi para ödemiştim).

      Bu meseleleri halledince arkama yaslanıp hazinemi hayranlıkla seyredebildim. Bir gün değerli baskımın tam ortasında siyah bir böceğin farkına vardığımda şaşkınlığımı düşünün! Camın altına nasıl girdiğini anlayamadım ama öylece bırakmaktan başka yapacak bir şey yoktu.

      Ne olursa olsun baskıyı gururla sergilemeye devam ettim – taşınırken de özenle sarıp sarmaladım ve beraberimde taşıdım. Yeni dairemde duvarlara bir şey asmaya izin verilmiyordu, bu yüzden baskı, zeminde daha az göz alıcı bir yere sahip oldu. Nice taşınmadan sonra onu peşimde sürüklemek ve asacak yer bulmak konusunda kesinlikle daha az heyecan duyar oldum. En sonunda satılmadan önce beş yılını köpüklü poşete sarılmış olarak bir dolabın dibinde geçirdi. O andan itibaren sanatla müzelerin ilgilenmesi gerektiğine karar verdim ve canım istediğinde gidip sanatın tadına vardım.

      Aslında “sahip olmadan tadını çıkarmak” minimalist bir ev sahibi olmanın kilit noktalarından biridir. Tipik örnek: mutfak dolaplarımızda tozlanan kapuçino makineleri. Teoride evlerimizin konforu içinde, dumanı tüten köpüklü bir kahve yapabiliyor olmak gayet pratik (ve bir şekilde dekadan) görünür. Gerçekteyse, makineyi ortaya çıkarmak, kurmak ve işimiz bitince temizlemek tam bir eziyettir, üstüne üstlük kahve o kadar da lezzetli değil gibidir. Canımızın çektiği her anda yapabiliyor olmak onu daha az özel kılar. Birkaç kez barista rolüne girdikten sonra, köşedeki kafeye gidip ortama karışırken içkimizi yudumlamanın daha eğlenceli olduğunu fark ederiz.

      Minimalist yaşam tarzı peşinde koşarken, dışarıdaki dünyayı meskenimizde yaratma düşüncesinin cazibesine direnmeliyiz. Ev sineması, ev spor salonu, tatil köyü benzeri arka bahçe için ekipman almak (ve bakımını yapmak) yerine sinemaya gidin, koşun ya da mahalledeki parka, havuza gidin. Bu şekilde, bu faaliyetlerin tadını, tüm eşyaları depolamak ve bunlarla ilgilenmek zorunda kalmadan çıkarabilirsiniz.

      Minimalist yaşam tarzı peşinde koşarken, dışarıdaki dünyayı evlerimizde yaratma düşüncesinin cazibesine direnmeliyiz.

      Eğer hoş şeyler satın almaya özellikle meyilliyseniz, “sahip olmadan tadını çıkarma”yı alışveriş esnasında sloganınız yapın. Cam bir biblonun zarafetinin, antika bir bilezik üstündeki metal işçiliğinin ya da el yapımı bir vazonun renklerinin canlılığının tadına varın – ama bunları eve götürmek yerine vitrinde bırakın. Bunu bir müze ziyareti gibi düşünün: sahip olma olasılığı (ve baskısı) olmadan