Омер Сейфеддин

Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1


Скачать книгу

kere kendisini görsek…

      – Bilmem, çağırınca[26] ayağınıza gelir mi?

      – Nasıl gelmez?

      – Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şah’la geda onun için birdir.

      – Devletini sevmez mi?

      – Sever sanırım.

      – O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

      – Tecrübe buyurun efendim.

      Sadrazam, o akşam mektubunu Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devletin, millete dair[27] bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesini yazıyordu.

      Sabah namazından sonra, Hint kumaşından ağır perdeli, küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken Sadrazam’a Muhsin Çelebi geldi diye haber verdiler.

      – Getirin buraya… dedi.

      İki dakika geçmeden[28] odanın sedef kakmalı ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Sadrazam bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Fakat adam şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm[29] duruyordu. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu.

      – Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?

      – Şey…

      – Buyurunuz efendim.

      – Buyur oğlum, şöyle otur da…

      Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden[30], gayet tabii bir hareketle kendisine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam, hâlâ ellerinde tuttuğu kâğıtlara bakarak[31] içinden: ‘‘Ne biçim adam?[32] Acaba deli mi?’’ diyordu. Halbuki… hayır. Bu oğlan gayet akıllı bir insandı! Muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Ormanın arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye kötülük etmezdi. Zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı[33]. Devletinin büyüklüğünü bilirdi. Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurani yolların nihayetinde, daima kirli bir etek mihrabı bulunduğunu bilirdi. İnsanlık, ona göre[34] çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, Allah’ın bir halifesiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. Kuyruğunu sallaya sallaya[35] efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama, insana… Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara heriflerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçmıştı. Yalnız muharebe zamanları, Gureba Bölüklerine[36] kumandanlık için meydana çıkardı. Serbest ve tabii oturuşu, Sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:

      – Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum?

      – Ben mi?

      – Evet.

      – Ne münasebet?

      – Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…

      – Ben, şimdiye kadar devlet memuriyetine girmedim.

      – Niçin girmedin?

      Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:

      – Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi, halbuki devletliler, mevkilerine hep boyun eğer, el etek hatta ayak öperler ve etraflarına daima hep bu çirkin hareketleri tekrarlayanları toplarlar. Mert, doğru, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi hemen onu mahvetmeye çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa[37] niçin hançerlendi, paşam?

      Sadrazam, yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar ‘‘Acaba deli mi?’’ diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, ‘‘Şunun başını vurdursam…’’ dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının sesini işitti: ‘‘İşte, sen de yalakalık, riya, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!’’ Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı, beyaz yüzü, kalın boynu… biraz büyük, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname[38] sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. ‘‘Tam bizim aradığımız adam işte…’’ dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hareketi de çekemez, ölümden korkmazdı. Kavuğunu hafifçe salladı:

      – Seni Tebriz’e elçi olarak göndereceğiz.

      Muhsin Çelebi sordu:

      – Aranızda o kadar çok nişancılar, katipler, hocalar var. Niçin onlardan seçmiyorsunuz?

      – Sen, Şah İsmail denen alçağın kim olduğunu biliyor musun?

      – Biliyorum.

      – Devletini seviyor musun?

      – Seviyorum.

      Sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

      – Pekâlâ öyleyse… dedi, bu alçak kaide kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret, devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyla o alçağa iade etsin… Devletini seversen sen bu fedâkârlığı kabul edeceksin!

      Muhsin Çelebi, hiç düşünmedi:

      – Kabul ettim efendim, fakat bir şartla… dedi.

      – Ne gibi?…

      – Madem ki bu bir fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedâkârlık, ne olursa olsun, kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

      – Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, giyimi daha muhteşem, daha ağır olması lâzım… Bunlar için, mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

      Muhsin