O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?
Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanı İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler padişaha hediye etmek için Toroğlu’na gittikçe[42] o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:
– Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehin olarak vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altını atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan[43] sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam, bu hareketi mantıklı bulmadı:
– Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz[44]. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.
– Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı, altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben, çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi ile konuştukça, sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah bir hükümdarı cezalandırmak için gönderilecek tam bir adam bulmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri mallarını çok severdi. Bunlardan biri elçi olarak gönderilse, devleti değil alacağını düşünecekti ve her hareketi kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe de çağırmak istedi. Fakat olmadı; giderken onu ta sofaya kadar uğurladı.
…Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzenledi. Bunların hepsi hakikaten muhteşemdi. Yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu’ndan meşhur Pembe İncili Kaftan’ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra yola çıktı. Muhsin Çelebi, bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, Pembe İncili Kaftan’ı yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl bir şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı derin bir garaz duydu. Tahtının önündeki şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyordu.
…Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi[45] yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, ‘‘Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba…’’ dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar; hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymetli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev, sivri kubbeyi çınlatan gür sesiyle:
– Mektubunu verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri[46] onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Atalarından itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz[47]. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…
Muhsin Çelebi nutkunu bağırıyordu; Şah ise kızarıyor, sararıyor, morarıyordu. Şah İsmail heyecandan mektubu açamadı, elinde tutuyor, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki muharipler, kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Vezirler, muharipler hükümdarlarının sabrına şaşıyordu. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail, donmuş; taş kesilmişti[48]. Gururu, bu Türk’ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi, dışarı çıktı. Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
– Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz!
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru döndü, Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle:
– Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda, büyük bir padişah elçisine oturtacak seccadeniz, şilteniz bile yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha sırtına koymaz… Bunu biliyor musunuz? dedi.
…Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:
– Evlatlarım! Bindiğiniz atları, takımları, üstünüzdeki elbiseleri, belinizdeki işlemeli hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
– Helâl olsun!
Cevabını alınca, onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı.
Sadrazamın konağına gitti. Mektubu, Şah’a verdiğinde, hiçbir hakarete uğramadığını Şah’ın müsaadesini istemeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun vazifesini yapabileceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp gideceği zaman:
– Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
– Hayır, getirmedim.
– Acemistan’da[49] mı sattın?
– Hayır, satmadım.
– Çalındı mı?
– Hayır.
– Ya ne yaptın?
– Hiç!
Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu’na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. İstanbul’da hiç kimse meşhur “Pembe İncili Kaftan”ın nasıl, nerede, niçin bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karınlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atı ile mücevher takımını satıp Kuzguncuk’ta mini mini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Ailesinin ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında zerzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!
(‘‘Yeni Mecmua’’, C. I, 1917, sayı: 17)
1. Заполните пропуски нужным словом.
a. Vezirler, sevgili padişahının sükûnunu bozmamayı en büyük _________ sayarlardı.
b. Sadrazam, ‘‘Ben