hiç. Biraz ayılmasını beklemek zorundayız. Adam bitik.”
“Sen de öyle,” dedi Kollberg.
Haklıydı; Rönn’ün beti benzi tamamen atmıştı, gözleri şişti ve kırmızıydı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Martin Beck.
“Ne düşüneceğimi bilmiyorum,” diye cevap verdi Rönn. “Hastalanıyorum sanki.”
“Sonra hastalanırsın,” dedi Kollberg. “Şimdi olmaz. Hadi şu bandı dinleyelim.”
Martin Beck başıyla onayladı. Kayıt cihazının makarası tekrar dönmeye başladı. Hoş bir kadın sesi şöyle diyordu:
“5 Şubat 1959 doğumlu öğrenci Eva Carlsson’un sorgusu. Sorgu memuru, Dedektif Komiser Sonja Hansson.”
Martin Beck de Kollberg de kaşlarını çatıp ilk birkaç cümleyi kaçırdılar. İsmi ve sesi çok yakından tanıyorlardı. Sonja Hansson, iki buçuk yıl önce bir polis tuzağında yem olarak kullandıkları sırada ölümüne sebep olmaktan kıl payı kurtuldukları kızdı.
“Teşkilattan ayrılmaması bir mucize,” dedi Kollberg.
“Evet,” diye onayladı Martin Beck.
“Susun, duyamıyorum,” dedi Rönn.
O dönemde bu olaya karışmamıştı.
“…ondan sonra bu adam size yaklaştı?”
“Evet. Eivor ve ben otobüs durağında duruyorduk.”
“Ne yaptı?”
“Kötü kokuyordu, komik bir yürüyüşü vardı ve dedi ki… söylediği şey çok komikti.”
“Ne olduğunu hatırlıyor musun?”
“Evet, şey dedi, ‘Selam, kızlar, size beş kron versem bana otuz bir çeker misiniz?’”
“Senden ne istediğini anladın mı, Eva?”
“Hayır, çok komikti. Çekmek ne demek biliyorum çünkü bazen okulda yanımda oturan kız kolumu çeker. Ama bu adam neden kolunu çekiştirmemizi istedi, anlamadım? Hem oturmuyordu, yazı yazmıyordu ve neyse…”
“Ondan sonra ne yaptı? Bunu dedikten sonra?”
“Birkaç defa dedi. Sonra yürüyüp gitti ve biz de arkasından gizlice takip ettik.”
“Takip mi ettiniz?”
“Evet, gölgesi gibi. Hani televizyonda filmlerde olduğu gibi.”
“Korkmadınız mı yani?”
“Hıh, ne olabilir ki.”
“Ah, canım Eva, böyle adamlara karşı dikkatli olmalısın.”
“Hıh, o tehlikeli değildi.”
“Hangi tarafa gittiğini gördünüz mü?”
“Evet, Eivor’un oturduğu binaya girdi ve ondan iki kat yukarı çıktı ve anahtarını çıkarıp daireye girdi.”
“Ondan sonra ikiniz de evinize mi döndünüz?”
“Yok, hayır. Gizlice yaklaşıp kapıya baktık. Üstünde adı yazıyordu işte.”
“Evet, anladım. Adı neydi?”
“Eriksson, galiba. Mektup deliğinden de içeriyi dinledik. İnleme seslerini duyabiliyorduk.”
“Bundan annene hiç bahsettin mi?”
“Yok, bir şey yoktu ki. Ama çok komikti.”
“Peki annene dün olandan bahsettin mi?”
“İnekleri mi, evet.”
“Yine aynı adam mıydı?”
“Eveeet.”
“Emin misin?”
“Yani.”
“Sence bu adam kaç yaşında olabilir?”
“Ah, en az yirmi.”
“Sence ben kaç yaşındayım.”
“Ah, yaklaşık kırk. Ya da elli.”
“Sence bu adam benden yaşlı mı genç mi?”
“Ah, çok daha yaşlı. Senden çok çok daha yaşlı. Sen kaç yaşındasın?”
“Yirmi sekiz. Peki bana dün ne olduğunu anlatır mısın?”
“Şey, Eivor ve ben kapının girişinde seksek oynuyorduk, bu adam gelip orada durdu ve dedi ki, ‘Hadi benimle gelin kızlar, evde ineklerimden nasıl süt sağıyorum gösteririm size.’”
“Anladım. Ondan sonra ne yaptı?”
“Hıh, odasında inek olamazdı ki. Gerçek inek yani.”
“Siz ne dediniz, Eivor ve sen?”
“Ah, biz hiçbir şey demedik ama sonrasında Eivor utandığını söyledi çünkü saçındaki kurdele bozulmuş ve bu yüzden de böyle hiç kimsenin evine gitmezmiş.”
“Adam bunun üstüne eve mi gitti?”
“Hayır, dedi ki, ‘İyi o zaman, ben de burada süt sağarım.’ Sonra pantolonunun fermuarını açtı ve…”
“Evet?”
“Yani Eivor’un kurdelesi çözülmeseydi bizi mi öldürecekti? Ne kadar heyecanlı…”
“Hayır, öyle düşünmüyorum. Adam pantolonunu mu açtı dedin?”
“Evet ve erkeklerin çişini yaptığı şeyi çıkardı…” O net, çocuksu ses cümlenin tam ortasında kesildi çünkü Kollberg elini uzatıp teybi kapatmıştı. Martin Beck ona baktı. Başını sol eline yasladı ve parmak boğumlarıyla burnunu ovaladı.
“Bu işin komik tarafı…” diye başladı Rönn.
“Sen ne geveliyorsun,” diye çıkıştı Kollberg.
“Eh, şimdi itiraf ediyor. Önceki sefer, yapmadım diye yeminler ediyordu, kızlar da kimliğini tespit edemedi, o yüzden bir yere varamadık. Ama şimdi itiraf ediyor. İki seferde de sarhoştum, yoksa yapmazdım diyor.”
“Ah, demek şimdi itiraf ediyor,” dedi Kollberg.
“Evet.”
Martin Beck soru sorarcasına Kollberg’e bakış attı. Ardından Rönn’e dönüp, “Dün gece doğru dürüst uyuyamadın, değil mi?” dedi.
“Hayır.”
“O zaman eve gidip uyu.”
“Bu adamı salalım mı?”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Salmak yok.”
10
Sahiden de adamın adı Eriksson’du. Depocuydu ve alkolik olduğunu anlamak için uzman olmak gerekmiyordu. Altmış yaşındaydı, uzun boylu, kel ve sıskaydı. Vücudu seğiriyor, titriyordu.
Kollberg ve Martin Beck onu iki saat boyunca sorguya çekti, o iki saat de hepsi açısından perişan geçmişti.
Adam bazı iğrenç ayrıntıları tekrar tekrar itiraf etti. Aralarda burnunu çekti, hıçkırarak ağladı, cuma akşamüstü restorandan doğruca evine gittiğine dair yeminler etti. Her koşulda başka bir şey hatırlamıyordu zaten.
İki saat sonra, Temmuz 1964’te iki yüz kron ve on sekiz yaşındayken bir bisiklet çaldığını itiraf etti. Ondan sonra burun çekmek harici bir şey yapmadı. Tam bir ezikti, arkadaşlarından dışlanmıştı, tamamen yalnızdı.
Kollberg ve Martin Beck içleri sıkılarak onu inceledi, sonra tekrar nezarethanedeki hücresine gönderdiler.
Aynı