ama çok üzgünüm, Bayan Carlsson,” dedi beceriksizce.
“Ama nasıl? Şehir dışına çıkacaktık…”
“Henüz emin değiliz,” diye cevap verdi Kollberg. “Kızınızın… öldürüldüğünü düşünüyoruz…”
“Öldürüldü mü? Cinayet mi?”
Kollberg başıyla onayladı.
Kadın gözlerini kapadı, kaskatı ve kıpırtısız oturdu. Sonra gözlerini açıp başını iki yana salladı.
“Eva değildir,” dedi. “Eva değildir. Siz sakın… sakın bir hata yapmış olmayın.”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Ne kadar üzüntü duyduğumu anlatamam, Bayan Carlsson. Arayabileceğim birisi yok mu? Buraya çağırabileceğim birisi? Anneniz, babanız ya da herhangi birisi?”
“Hayır, onlar olmaz. Kimseyi burada istemiyorum.”
“Eski kocanız?”
“Malmö’de yaşıyor galiba.”
Kadının suratı kül gibiydi, gözlerinin içi boştu. Koll-berg, kadının olan biteni hâlâ tam kavramadığını gördü, zihinsel bir bariyer koymuştu ve hakikatin oradan geçmesine izin vermiyordu. Kollberg aynı tepkiyi daha önce de görmüştü ve kadının daha fazla direnemediğinde çökeceğini biliyordu.
“Doktorunuz kim, Bayan Carlsson?” diye sordu Koll-berg.
“Doktor Ström. Çarşamba günü oradaydık. Eva’nın günlerdir karnı ağrıyordu ve köye gidecektik, en iyisi dedim onu…”
Birden susup diğer odanın girişine baktı.
“Eva hiç hasta olmaz. Bu karın ağrısı da hemen geçti. Doktor üşütmüş dedi.”
Bir süre sessizce oturdu. Arkasından, Kollberg’in kelimeleri zor yakalayabileceği kısık bir sesle şöyle dedi:
“Şimdi yine iyi.”
Kollberg kadına baktı, kendini çaresiz ve salak gibi hissediyordu. Ne diyeceğini ya da ne söyleyeceğini bilmiyordu. Kadın yüzü kızının odasının kapısına dönük oturuyordu. Kollberg çılgınlar gibi diyecek bir söz arıyordu ki kadın aniden ayağa kalkıp yüksek, tiz bir sesle kızının adını çağırdı. Sonra diğer odaya koştu. Kollberg onu takip etti.
Oda aydınlıktı ve hoş döşenmişti. Bir köşede kırmızıya boyanmış bir kutuda oyuncaklar ve dar yatağın ayak ucunda eski moda bir bebek evi yer alıyordu. Çalışma masasında bir yığın okul kitabı vardı.
Kadın hâlâ yatağın ucunda oturuyordu, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzünü avuçlarına gömmüştü. Öne arkaya sallandı ve Kollberg ağlayıp ağlamadığını duyamadı.
Kadına bir an baktı, sonra telefonu gördüğü hole çıktı. Telefonun yanında bir rehber duruyordu ve tam tahmin ettiği gibi, Doktor Ström’ün numarasını oracıkta buldu.
Kollberg durumu açıklarken doktor dinledi ve beş dakika sonra geleceğine söz verdi.
Kollberg hâlâ bıraktığı yerde oturan kadının yanına gitti. Kadın hiç ses çıkarmıyordu. Kollberg onun yanına oturup bekledi. İlk başta kadına dokunmaya cesaret edebilir miyim diye merak etti fakat sonra bir kolunu, dikkatlice kadının omzuna koydu. Kadın, onun varlığından bihaber gibiydi.
Doktorun zili çalmasıyla odadaki sessizlik bölünene kadar bu şekilde oturdular.
8
Kollberg, Vanadis Parkı’ndan yeniden geçerken terliyordu. Sebebi ne dik yokuş ne yağmurdan sonraki rutubetli sıcak ne de terlemeye meyilli bünyesiydi. En azından sırf bunlar değildi.
Bu davayla uğraşacak çoğu kişi gibi o da daha soruşturma başlamadan tükenir gibi olmuştu. İşlenen suçun iğrençliğini düşündü ve bunun darbesini yiyen insanları aklından geçirdi. Bunları daha önce de yaşamıştı, hatta çok defa ve sonucun ne kadar feci olacağını biliyordu. Ne kadar da zordu.
Aynı zamanda hızla gangsterleşen toplumu düşündü. En son kertede böyle bir toplumun oluşmasında o dahil herkesin payı vardı. Daha geçen yıl polis teşkilatındaki teknolojik gelişmeyi düşündü; buna rağmen, işlenen suçlar hep bir adım öndeydi. Yeni soruşturma metotlarını, bilgisayarları, bunlar sayesinde suçluların belki de birkaç saat içinde yakalanabileceğini düşünürken bu muhteşem teknolojik imkânların az önce yanından ayrıldığı kadına ne kadar az teselli verebileceğini getirdi aklına. Ya da kendisini ne kadar teselli edebilirdi ki? Taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılıklarda yatan küçük bedenin etrafına toplanmış, ciddi suratlı adamlara ne diyebilirdi bu teknoloji?
Kollberg cesedi sadece birkaç saniye uzaktan görmüştü, mümkünse bir daha da görmek istemiyordu. Bunun imkânsız olduğunun farkındaydı. Mavi etek ve çizgili tişörtlü çocuğun görüntüsü zihnine kazınmıştı ve daima orada kalacaktı, kurtulamadığı diğer imgelerin arasına katılmıştı. Bayıra yuvarlanmış tahta tabanlı sandaletleri ve henüz doğmamış olan kendi çocuğunu düşündü; bu çocuk dokuz yıl sonra nasıl görünecekti; işlenen bu suçun ayyuka çıkartacağı dehşet ve iğrenmeyi, akşam gazetelerinin manşetlerinin nasıl görüneceğini düşündü.
Kasvetli, hisarımsı su kulesinin çevresindeki bütün arazi artık kordonla çevrilmişti. Arkasındaki dik yamaç da Inge-mars Caddesi’ne inen merdivenlere kadar çevriliydi. Kollberg arabaların yanından geçti, kordonun yanında durup boş oyun bahçesine, kum havuzuna ve salıncaklara baktı.
Tüm bunların önceden olduğunu ve kesinlikle bir daha olacağını bilmek altında ezildiği bir yüktü. En son seferden bu yana bilgisayarları, daha fazla adamları ve daha fazla arabaları olmuştu. En son seferden bu yana parklardaki aydınlatmalar geliştirilmiş, çalıların çoğu ortadan kaldırılmıştı. Bir sonraki sefere elbette daha fazla arabaları, bilgisayarları ve daha az görüntü kapatan çalılar olacaktı. Kollberg bu düşünceyle alnını sildiğinde mendili sırılsıklam oldu.
Gazeteciler ve fotoğrafçılar çoktan orada bitmişti ama neyse ki sadece birkaç meraklı oranın yolunu bulmuştu. Gazeteciler ve fotoğrafçılar gayet tuhaf bir biçimde, kısmen polis sayesinde seneler içinde iyileşmişti. Olur olmaz sorular soran meraklılar eksik olmuyordu.
Su kulesinin çevresindeki alanda, bunca insana rağmen, garip bir sessizlik hakimdi. Ta uzaklardan, belki de havuzdan ya da Seveavägen’deki oyun alanından neşeli sesler ve çocuk kahkahaları duyulabiliyordu.
Kollberg kordonun yanında ayakta durdu. Hiçbir şey demedi, kimse de onunla konuşmadı.
Cinayet masasının alarma geçirildiğinden haberi vardı. Sıkı bir araştırma yürütülecekti, teknik bölümden elemanlar olay yerini inceliyordu, ağır suç ekibi çağrılmıştı, gelecek ihbarlar için bir merkez ofis kurulmuştu, özel bir arama ekibi kapı kapı dolaşacaktı, adli hekim hazırda bekliyordu, telsizli ekip arabaları tetikte olacaktı ve hiçbir kaynak esirgenmeyecekti, Kollberg’in kendi kaynakları bile.
Kollberg şu an durup derin düşüncelere dalmıştı. Mevsim yazdı. İnsanlar yüzüyordu. Turistler ellerinde haritalarla ortalıkta dolaşıyordu ve taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılık alanda ölü bir çocuk yatıyordu. Korkunçtu. Daha beteri de olabilirdi.
İşte bir araba daha, belki de dokuzuncu ya da onuncu, Stefan Kilisesi’nin yokuşundan homurtuyla inip durdu. Kollberg başını bile çevirmeden Gunvald Larsson’un arabadan inişini ve ona doğru gelişini gördü.
“Nasıl gidiyor?”
“Bilmem.”
“Yağmur. Bütün gece yağdı durdu. Muhtemelen…”
Gunvald