bakıyor, dış görünüşünde bir terslik mi var diye merak ediyordu.
Çok geçmeden, dangalağın teki fotoğraflarını alırdı kesin.
Ardından kız da Humlegården ya da Mariatorget’e gider, o parayla ot ya da esrar alırdı. Ya da belki LSD.
Onu tanıyan polis memuru sakallıydı. Yirmi dört yıl önce, Martin Beck polis teşkilatına ilk katıldığında sakal bırakmak yasaktı.
Bu arada, sakallı olmayan diğer polis memuru ona neden selam vermemişti ki? Onu tanımamış mıydı?
Yirmi dört yıl önce, polis memurları üstleri olsun olmasın, yanlarına yaklaşan herkese selam verirdi. Yoksa yanılıyor muydu?
O günlerde on dört on beş yaşındaki kızlar fotoğraf kabinlerinde çıplak fotoğraflarını çekmez, kafa yapmak için para bulabilmenin yolu olarak bunları başkomiserlere satmaya çalışmazdı.
Her neyse, Martin Beck bu yılın başında aldığı yeni unvandan hiç memnun değildi. Güney polis merkezindeki yeni ofisini de sevmemişti çünkü Västberga’daki gürültülü bir sanayi bölgesindeydi artık. Sürekli ondan kuşku duyan karısından da, Gunvald Larsson gibi birisinin dedektif komiser yapılabilmesinden de hiç memnun değildi.
Martin Beck birinci sınıf kompartımanda cam kenarına oturup tüm bunları kara kara düşündü.
Tren istasyondan süzülerek ayrıldı ve belediye binasını geçti. Martin Beck buharlı eski beyaz vapur Mariefred’i gördü, hâlâ Gripsholm’daydı, sonra Norstedt Yayınları’nın binasını da gördü. Tren tünel tarafından yutulup güneye çekildi. Tekrar gün ışığına çıktığında Martin Beck yemyeşil çayırlarıyla Tantolunden’i, yakında kâbuslarına girecek olan parkı gördü ve demiryolu köprüsünde tekerleklerin yankısını duydu.
Tren Södertälje’de durduğunda Martin Beck kendini daha iyi hissediyordu. Ekspres trenlerin çoğunda restoranın yerini almış olan metal servis arabasından bir soda ve bayat peynirli sandviç aldı.
4
“Evet,” dedi Ahlberg, “işte şöyle oldu. O gece hava bayağı soğukmuş, adam yatağının yanına elektrikli ısıtıcılardan birini koymuş. Uykusunda battaniyesini üstünden atmış, battaniye ısıtıcının üstüne düşüp alev almış.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Gayet olası,” dedi Ahlberg. “Teknik soruşturma bugün tamamlandı. Sana telefon etmeye çalıştım ama yola çıkmıştın.”
Borenshult’taki yangın mahallindeydiler ve ağaçların arasından gölü ve üç yıl önce bir kadın cesedi buldukları kanal havuzunu görebiliyorlardı. Yanan evden geriye tek kalan temeli ve bacanın tabanıydı. İtfaiye ekibi, küçük bir müştemilatı kurtarmayı başarmıştı.
“Orada birtakım çalıntı mallar vardı,” dedi Ahlberg. “Şu Larsson denen adam bir eskiciydi. Ama daha önce hüküm giymişti, o yüzden şaşırmadık. Eşyaların listesini çıkaracağız.”
Martin Beck tekrar kafasını sallayıp, “Stockholm’deki erkek kardeşine baktık. Geçen bahar ölmüş. Kalp krizinden. O da eskiciydi,” dedi.
“Demek ailede varmış,” dedi Ahlberg.
“Kardeşi hiç yakalanmamış ama Melander onu hatırladı.”
“Ah, evet, Melander… fil gibi hafızası vardır, hiç unutmaz. Artık birlikte çalışmıyorsunuz, değil mi?”
“Sadece ara sıra. Kungsholm Caddesi’ndeki merkezde şimdi. Kollberg de bugünden itibaren orada olacak. Ha bire yerimizi değiştirmeleri ne saçma.”
Yangın mahalline sırt çevirip sessizce tekrar arabaya döndüler.
On beş dakika sonra, Ahlberg karakolun önüne yanaştı. Prast Caddesi ve Kungs Caddesi’nin köşesinde, sarı tuğlalı, alçak bir binaydı. Ana meydana ve Baltzar von Platen heykeline biraz yakındı. Martin Beck’e yarı dönerek şöyle dedi:
“Madem buradasın, yapacak bir işin yok, gelmişken iki gün kal.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Motorla açılabiliriz,” dedi Ahlberg.
O akşam City Hotel’de akşam yemeklerini yiyip Vattern Gölü’nden çıkan somonun tadına baktılar. Birkaç kadeh içki de içtiler.
Cumartesi günü motorla gölde gezdiler. Pazar da. Pazartesi günü, motorlu tekneyi Martin Beck ödünç aldı. Salı günü de. Çarşamba günüyse Vadstena’ya gidip kaleyi gezdi.
Motala’da kaldığı otel modern ve rahattı. Ahlberg’le iyi anlaşıyordu. Kurt Salomonson’un yazdığı Dışarıdaki Adam adlı romanı okudu. Keyfi yerindeydi.
Hak etmişti. Kış boyunca çok çalışmıştı ve ilkbahar berbat geçmişti. Sessiz bir yaz olacağı umudunu taşıyordu hâlâ.
5
Gaspçının havayla hiçbir derdi yoktu.
Öğleden sonra yağmur yağmaya başlamıştı. İlk başta bardaktan boşanırcasına, arkasından saat yedi sularında sona eren aralıksız bir çiselemeyle yağdı. Fakat gökyüzü hâlâ karanlık ve boğucuydu, yağmur herhalde tekrar yağmak üzere toplanıyordu. Şimdi saat dokuzdu, alacakaranlık ağaçların altından yayılmaya başlamıştı. Işıkların yanmasına bir yarım saat daha vardı.
Gaspçı ince plastik yağmurluğunu çıkarmış, parktaki bankta yanına koymuştu. Ayağında spor ayakkabıları, haki bir pantolon, göğüs cebinde markası olan, düzgün, gri naylon bir kazak giymişti. Geniş, kırmızı bir bandana boynuna gevşekçe bağlanmıştı. İki saatten uzun süredir parktaydı ya da park civarlarındaydı, insanları yakından ve alıcı gözle gözlemliyordu. İki sefer yoldan geçenleri özel ilgiyle incelemişti ve her seferinde de, tek kişi değil iki kişiyi izlemişti. İlk çift genç bir oğlan ve kızdı; ikisi de ondan gençti, kız sandalet ve siyah beyaz, kısa bir yazlık elbise giymişti. Oğlan şık bir ceket ve açık gri pantolon giymişti. Parkın en korunaklı köşesindeki izbe patikalara girmişlerdi. Sonra durup sarıldılar. Kız sırtını bir ağaca vermiş duruyordu ve birkaç saniye sonra oğlan sağ elini kızın eteğinin altına soktu, külotunun lastiğinin içine girip parmaklarıyla bacaklarının arasında oynamaya başladı. “Birisi gelebilir,” dedi kız mekanik bir sesle ama ayaklarını yana açtı. Bir saniye sonra gözlerini kapatıp kalçalarını ritmik bir edayla salladı, aynı zamanda sol eliyle oğlanın ensesindeki kısacık kesilmiş saçlarını okşuyordu. Sağ eliyle ne yaptığı görülemiyordu, gerçi gaspçı onlara o kadar yakındı ki beyaz dantelli külotu seçmişti.
Sessiz adımlarla onları takip ederek çimlerde yürümüş ve bir buçuk metre ötedeki çalının arkasında çömelip kalmıştı. Artıları ve eksileri dikkatlice tarttı. Saldırı fikri hoşuna gidiyordu ama öte yandan, kızın çantası yoktu, ayrıca çığlık atmasına engel olamayabilirdi, bu da işini zorlaştırırdı. Ayrıca oğlan ilk bakışta sandığından daha güçlü, daha geniş omuzlu duruyordu ve cüzdanında para olduğu da kesin değildi. Saldırı fikri akılsızca geldi gaspçıya, bu yüzden geldiği kadar sessizce sıvışıp gitti. Dikizcinin teki değildi, yapacak daha önemli işleri vardı; her neyse, zaten görülecek pek bir şey de yoktu. Çok geçmeden genç çift parktan çıktı, artık aralarında münasip bir mesafe vardı. Karşıdan karşıya geçmiş, tam orta sınıfa hitap eden bir apartmana girmişlerdi. Kız giriş kapısında iç çamaşırını, sutyenini düzeltti ve parmağını ıslatıp kaşlarını geriye itti. Oğlan saçlarını taradı.
Saat sekiz buçukta gaspçının ilgisi başka bir ikiliye kaydı. Sokağın köşesindeki nalburun önünde kırmızı