Ama sonra kahve içelim.”
“Tamam.”
Arabanın kapılarını çat diye çarpıp yola çıktılar.
Şimdiyse saat dokuza yaklaşıyordu ve gaspçı bankta oturmuş, bekliyordu.
Kadın parka girer girmez gözüne ilişti ve anında hangi patikadan yürüyeceğini anladı. Paltolu, şemsiyeli ve kocaman bir çantası olan, tıknaz, orta yaşlı bir kadındı. Yağlı biri. Belki manav ya da küçük dükkânı vardı. Gaspçı ayağa kalkıp yağmurluğunu giydi, kestirmeden çimenlerden gidip çalının arkasına çömeldi. Kadın patikadan yürüdü, neredeyse tam dibindeydi. Aralarında beş saniye, taş çatlasın on vardı. Gaspçı sol eliyle kırmızı bandanayı burnunun üstüne çekti ve sağ elinin parmaklarına muştayı geçirdi. Kadın birkaç metre ötedeydi sadece. Gaspçı çabuk hareket edip ıslak çimenlerde hiç ses çıkarmadı.
Hemen hemen hiç. Kadının yetmiş santim arkasındaydı ki kadın arkasını döndü, onu gördü ve bağırmak için ağzını açtı. Gaspçı hiç düşünmeden, ağzına olabildiğince sert vurdu. Bir çatırtı duydu. Kadın şemsiyesini düşürüp sendeledi, sonra diz çöküp çantasına iki eliyle sarıldı, sanki bebeğini koruyordu.
Gaspçı kadına tekrar vurdu ve parmaklarındaki muştanın altında burnu çatırdadı. Kadın arkaya düştü, bacakları kıvrılırken gıkı çıkmadı. Kan revan içindeydi, şuuru açık gibi görünmüyordu ama adam yine de yerden bir avuç toprak alıp kadının gözüne attı. Çantasını açmasıyla aynı saniye kadının başı bir yana düştü, çenesi açıldı ve kusmaya başladı.
El çantası, cüzdan, bir kol saati. Fena değildi.
Gaspçı parktan çıkış yolundaydı. Sanki bebeğini koruyordu, diye düşündü. Çok daha temiz bir iş olabilirdi. Geri zekâlı kaltak karı.
On beş dakika sonra evindeydi. Saat dokuz buçuk, tarih 9 Haziran 1967, Cuma’ydı. Yirmi dakika sonra yağmur yağmaya başladı.
6
Bütün gece yağmur yağdı fakat pazar sabahı yine güneş vardı, sadece arada sırada masmavi gökyüzünde uçuşan beyaz bulutların arkasında kalıyordu. 10 Haziran’dı, yaz tatili başlamıştı ve cuma akşamı şehirden çıkış yolunda uzun bir araba kuyruğu vardı. İnsanlar, kırsaldaki evlerinin, tekne iskelelerinin ve kamp alanlarının yolunu tutmuştu. Fakat şehir hâlâ kalabalıktı, ne de olsa hafta sonu hava güzeldi ve buradaki insanlar park ve havuzların yarattığı yapmacık kırsal hayat algısıyla yetinecekti.
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu ve Vanadis Havuzları giriş kulübesinde kuyruk oluşmuştu bile. Güneşe hasret Stockholm’lüler, biraz yüzme açlığı içinde Sveavägen’den çıkan patikalara üşüşmüştü.
Frej Caddesi’nde iki şüpheli gölge kırmızı ışıkta geçti. Biri kot ve merserize kazak giymişti, diğeri siyah pantolon ve sol yandaki göğüs cebi şüpheli bir şekilde kabarık duran, kahverengi bir ceket. Güneşe uyku mahmuru gözlerle bakarak yavaş yavaş yürüdüler. Ceketinde kabartı olan adam yalpaladı, az daha bir bisikletliye çarpacaktı. Açık gri bir yazlık takım elbise giymiş, arkasındaki bagaj kutusunda ıslak bir mayo taşıyan, 60 yaşlarında, atletik bir bisikletliydi. Bisikletli adam sendeleyip tek ayağını yere koymak zorunda kaldı.
“Sakar salaklar!” diye bağırdı ve havalı havalı pedal çevirerek uzaklaştı.
“Aptal moruk bozuntusu,” dedi ceketli adam. “Tam milyoner tipi var. Ulan, asıl sen beni yere devirecektin neredeyse. Yere düşüp şişeyi kırabilirdim.”
Kaldırımda sinirlenerek durdu, felaketin kıyısından nasıl kıl payı kurtulduğunu düşününce ürperdi ve ceketindeki şişeye elini koydu.
“Peki sence parasını öder miydi? Hiç sanmam. Norr Mälarstrand’da güzel dairesinde oturmuş, buzdolabının içi şampanya doludur ama orospu çocuğu, zavallı bir herifin içki şişesini kırsa, onun bile parasını ödemek aklının ucundan geçmez. Pislik!”
“Ama kırmadı ya,” diye sessizce karşı çıktı arkadaşı.
İkinci adam ondan çok daha genç yaştaydı; siniri zıplamış arkadaşının koluna girip onu parka soktu. Eğimi tırmandılar, diğerleri gibi havuzlara değil giriş kapısından uzağa geçtiler. Ardından Stefan Kilisesi’nden çıkan, tepeye giden patikaya saptılar. Dik bir yokuştu, hemen nefes nefese kaldılar. Yokuşun yarısında genç olan şöyle dedi:
“Bazen kulenin arkasındaki çimenlikte bozuk paralar oluyor. Bir gece önce poker oynamışlarsa tabii. Tekel kapanmadan bir yarım şişelik daha para toplayabiliriz…”
Günlerden cumartesiydi ve tekel saat birde kapanıyordu.
“Çok beklersin. Dün hava yağmurluydu.”
“Evet,” dedi genç olan iç çekerek.
Patika havuzların bulunduğu kapalı alanın etrafında dönüyordu, her taraf yüzmeye gelenlerle doluydu. Kimileri o kadar yanık tenliydi ki siyahilere benziyorlardı, bazıları gerçekten siyahiydi fakat çoğunluğu uzun bir kışın ardından Kanarya Adaları’na bile gidememiş olduklarından bembeyazdı.
“Hey, bir dakika,” dedi genç olan. “Hadi gel, kızlara bakalım.”
Yaşı daha büyük olan adam yürümeye devam edip omzunun üstünden cevap verdi:
“Hayatta olmaz. Hadi gel, susuzluktan dilim damağıma yapıştı.”
Parkın en tepesindeki su kulesine doğru yürümeye devam ettiler. Kasvetli binanın etrafından dönünce su kulesinin arkasındaki arazinin onlara kaldığını görüp sevindiler. Yaşı büyük olan adam çimenlere oturdu, şişeyi çıkarıp kapağını açmaya başladı. Daha genç olan adam diğer taraftan yokuşun en tepesine tırmanmaya devam etti, kırmızıya boyalı ahşap bir çit bel vermişti.
“Jocke!” diye seslendi. “Gel burada oturalım. Bakarsın birileri geçer.”
Jocke ayağa kalktı, burnundan astımlı gibi soluyarak, elinde içki şişesiyle diğer adamı takip etti, genç adam yamaçtan aşağı inmeye başlamıştı.
“Bak burası tam ideal,” diye seslendi genç, “şu çalının yanında…” Ansızın durup öne eğildi.
“Tanrım!” diye fısıldadı boğazı kuruyarak. “Yüce Tanrım!”
Jocke arkasından geldi, yerdeki kızı gördü, yana dönüp kustu.
Kız, vücudunun üst kısmı, bir çalının altına yarı gömülmüş vaziyette yerde yatıyordu. İki yana ayrık duran bacakları nemli kumlara uzanmıştı. Suratı bir yana dönüktü, mavimsiydi ve ağzı açıktı. Sağ kolu başının üstünde kıvrılmıştı ve sol eli avucu yukarı bakacak şekilde kalçasının dibinde yerdeydi.
Uzun, sarımsı saçları yanağının üstüne düşmüştü. Kızın ayakları çıplaktı, üstünde bir etek ve çizgili tişört vardı, tişörtü açılmış, beli ortadaydı.
Yaklaşık dokuz yaşındaydı.
Hiç kuşku yoktu ki ölüydü.
Jocke ve arkadaşı, Surbrunns Caddesi’ndeki karakola vardığında saat ona beş vardı. Vanadis Parkı’nda gördüklerini o sırada nöbette olan Granlund adlı bir polise anlatırken geveleyip durdular, oldukça gergindiler. On dakika sonra Granlund ve dört polis, olay yerindeydi. Bundan on iki saat önce bir gasp vakası için parkın başka bir noktasına dört polis çağrılmıştı. Saldırı ile ihbar arasında yaklaşık bir saat geçmişti, herkes saldırganın parktan ayrıldığını varsaymıştı. Dolayısıyla alanı detaylı incelememişlerdi