Başka ne yapıyor?
“Sokağa mı bakıyor? Sokakta ne oluyor peki?
“Hiçbir şey mi? Ne dediniz? Arabalar? Çocuklar oyun mu oynuyor?
“Geceleri de mi? Çocuklar geceleri de mi sokakta oynuyor?
“Ah, oynamıyorlar. Ama adam geceleri de orada dikiliyor? Bizden ne istiyorsunuz? Köpek arabası mı yollayalım?
“Doğrusu, insanların balkonlarında durmalarını yasaklayan bir kanun hükmü yok, hanımefendi.
“Tutanak mı tutalım dediniz? Tanrı aşkına, herkes bizi arayıp tutanak tuttursaydı, burada her vatandaşa üç polis memuru düşerdi.
“Teşekkür mü? Bunun için teşekkür mü etmeliyiz?
“Kaba? Kaba mı konuştum? Şimdi, iyi dinleyin, hanımefendi…” Gunvald Larsson birden susup ahizeyi kulağından otuz santim uzaklaştırdı.
“Kapattı,” dedi hayretler içinde.
Üç saniye sonra ahizeyi çat diye yerine koyup şöyle dedi:
“Cehennemin dibine kadar yolun var, yaşlı kaltak.”
Yazdığı kâğıdı defterden yırtıp kalemin ucunda kalmış kulak kirini dikkatlice kâğıda sildi.
“Millet kafayı yemiş,” dedi. “Bu yüzden bir arpa boyu ilerleyemiyoruz ya. Santral da bunları engellemiyor ya. Tımarhaneye direkt hat çektirelim o zaman.”
“Alışmalısın,” dedi Melander, sakince rehberi alıp kapattı ve yandaki odaya gitti.
Tükenmez kalemini temizlemeyi bitiren Gunvald Larsson kâğıdı buruşturup çöpe fırlattı. Kapının yanındaki bavula ekşi ekşi bakıp, “Sen nereye?” diye sordu.
“İki günlüğüne Motala’ya gidiyorum,” diye cevap verdi Martin Beck. “Orada bir şeye bakmam lazım.”
“Bir hafta içerisinde dönmüş ol. Ama Kollberg bugün evde olacak. Yarından itibaren burada nöbette. O yüzden endişe etmene gerek yok.”
“Endişe etmiyorum.”
“Bu arada, şu gasp işi…”
“Evet?”
“Neyse, önemli değil.”
“İki kere daha yaparsa onu yakalayacağız,” dedi Melander bitişikteki odadan.
“Aynen,” dedi Martin Beck. “Hoşça kal.”
“Hoşça kal,” diye cevap verdi Gunvald Larsson.
3
Martin Beck trenin kalkış saatinden on dokuz dakika önce Merkez İstasyon’a vardı ve iki telefon görüşmesi yaparak aradaki zamanı doldurmaya karar verdi.
Önce ev.
“Sen yola çıkmadın mı hâlâ?” diye sordu karısı.
Martin Beck cevabı belli bu soruyu duymazdan gelip yalnızca şöyle dedi:
“Palace adlı bir otelde kalıyor olacağım. Bilmen iyi olur diye düşündüm.”
“Ne kadar yoksun?”
“Bir hafta.”
“Bu kadar net nereden biliyorsun?”
İyi bir soruydu. Kesinlikle aptal değil, diye düşündü Martin Beck.
“Çocuklara sevgilerimi ilet,” dedi, bir saniye sonra da, “sen de kendine iyi bak,” diye ekledi.
“Teşekkürler,” dedi karısı soğuk bir ifadeyle.
Martin Beck telefonu kapattı, pantolonunun cebinden bir bozukluk daha çıkardı. Telefon kulübelerinin önünde kuyruk vardı ve en yakınındaki insanların ters bakışları arasında bozuk parayı deliğe sokup güney polis merkezini aradı. Kollberg’in hatta bağlanması yaklaşık bir dakika sürdü.
“Ben Beck. Döndün mü diye merak ettim.”
“Ne düşüncelisin,” dedi Kollberg. “Sen hâlâ burada mısın?”
“Gun nasıl?”
“İyi. Balina gibi oldu.”
Gun, Kollberg’in karısıydı; ağustos sonunda doğum yapacaktı.
“Bir hafta sonra döneceğim.”
“Ben de öyle düşündüm. Ben o zamana dek burada görevde olmayacağım.” Bir sessizlik oldu, ardından Kollberg, “Hayırdır, Motala’ya ne için gidiyorsun?” diye sordu.
“Şu arkadaş…”
“Hangi arkadaş?”
“İki gece önce yanarak ölen şu eskici. Sen duymadın mı…”
“Gazetede okudum. Eee, ne olmuş?”
“Gidip bir bakacağım.”
“Sıradan bir yangın dosyasını temizleyemeyecek kadar kalın kafalı mıymış bunlar?”
“Her neyse, rica ettiler…”
“Bana bak,” dedi Kollberg. “Bu zokayı karına yutturabilirsin ama beni kandıramazsın. Neyse, ne istediklerini ve kimin rica ettiğini çok iyi biliyorum. Motala’daki soruşturma masasının şefi kim şu anda?”
“Ahlberg ama…”
“Aynen. Ayrıca yıllık izninden beş gün kullandığını da biliyorum. Başka bir deyişle, Motala’ya, City Hotel’de oturup Ahlberg’le laflamaya gidiyorsun. Haksız mıyım?”
“Şey…”
Kollberg yürekten, “Bol şans,” dedi. “Uslu dur.”
“Teşekkürler.”
Martin Beck telefonu kapatır kapatmaz arkasında bekleyen adam ite kaka öne geçti. Beck omuz silkip istasyonun ana bekleme salonuna gitti.
Kollberg haklıydı aslında. Bunun en ufak bir önemi yoktu ama yine de bunun bu kadar kolay anlaşılması onu sinir etmişti. Kollberg ve o, üç yaz önceki bir cinayet davasında Ahlberg’le tanışmışlardı. Soruşturma uzamış ve zor geçmişti, bu esnada yakın dost olmuşlardı. Yoksa Ahlberg, ulusal polis teşkilatından yardım istemezdi ve Martin Beck de bu davaya yarım gün mesai bile ayırmazdı.
İstasyonun saatine bakılacak olursa yaptığı telefon görüşmeleri yalnızca dört dakika sürmüştü; trenin kalkmasına hâlâ on beş dakika vardı. Büyük salon her zamanki gibi her telden insanla doluydu.
Martin Beck elinde bavulu, orada karamsar bir ifadeyle duruyordu. İnce suratlı, geniş alınlı ve güçlü çeneli, orta boylu bir adamdı. Onu gören çoğu kişi muhtemelen taşradan gelmiş, kendini birden büyük şehrin koşturmacası arasında bulmuş, şaşkın bir adam sanıyordu.
“Merhaba bayım,” dedi birisi çatlak bir fısıltıyla.
Martin Beck dönüp ona seslenen kişiye baktı. Ergenlik yaşlarının başında bir kız yanındaydı; incecik telli, sarı saçlıydı ve üstünde batik bir elbise vardı. Yalınayaktı, kirliydi ve Beck’in kendi kızıyla aynı yaşta görünüyordu. Sağ avucunda dört fotoğraftan oluşan bir şerit tutuyordu, çaktırmadan Martin Beck’e gösterdi.
Bu fotoğrafların çekildiği yerin izini sürmek çok basitti. Kız otomatik fotoğraf çeken kabinlerden birine girmiş, taburenin üstüne diz çökmüş, elbisesini koltuk altına kadar kaldırıp makineye para atmıştı.
Bu kabinlerin perdeleri diz boyuna kadar kısaltılmıştı ama pek işe yaramışa benzemiyordu. Martin Beck resimlere şöyle bir baktı; bu günlerde genç kızlar eskisine oranla daha çabuk gelişiyordu. Bu küçük pasaklılar altlarına bir şey giyme zahmetine de girmiyordu. Yine de fotoğraflar çok iyi çıkmamıştı.
“Yirmi