inceledi, makbuzu cebine koydu, memurlardan birinin oldukça kaba olduğunu gözlemledi. Çok geçmeden Malmö polisinin adının da Stockholm’lü meslektaşları kadar kötüye çıkacağını düşündü.
Ne var ki hiçbir şey demedi, üniformalı polislerin yanından geçip lobiye girerken onlara baş selamı verdi. Orası da şimdi gürültülüydü. Otelin bütün personeli orada toplanmış, birbirleriyle ve dışarıya akın eden müşterilerle sohbet ediyordu. Bu manzarayı bir sürü polis tamamlıyordu. Çevreleriyle uyumsuz, allak bullak görünüyorlardı. Anlaşılan, hiç kimse onlara nasıl davranmaları ya da ne yapmaları gerektiğini anlatmamıştı.
Månsson ellili yaşlarında, iri bir adamdı. Özensiz giyinmişti, üzerinde polyester pantolon ve sandalet vardı, gömleğini de dışarıda bırakmıştı. Göğüs cebinden bir kürdan çıkardı, kâğıdını soyup ağzına soktu. Çiğnerken durumu kafasında oturtmaya çalıştı. Kürdan Amerikan malıydı, mentollüydü; Malmöhus isimli tren feribotundan almıştı, orada müşterilere böyle şeyler dağıtılıyordu.
Büyük yemek salonuna açılan kapının yanında, Elofsson adında bir devriye memuru dikiliyordu ve Månsson onun diğerlerinden bir derece daha zeki olduğunu düşünürdü.
Yanına doğru yürüyüp, “Olay ne?” diye sordu.
“Birisi vurulmuş anlaşılan.”
“Herhangi bir talimat aldınız mı?”
“Hayır.”
“Backlund ne yapıyor?”
“Tanıkları sorguya çekiyor.”
“Vurulan adam nerede?”
“Hastanede herhâlde.”
Elofsson hafiften kızardı. Sonra şöyle dedi, “Ambulans polisten önce varmış.”
Månsson iç geçirdi ve yemek salonuna girdi.
Backlund, parlak gümüş rengi kâselerin olduğu masanın yanında durmuş, bir garsonu sorguya çekiyordu. Gözlüklü ve gayet sıradan yüz hatları olan, yaşı geçkin bir adamdı. Bir şekilde dedektif komiser olmayı başarmıştı. Defteri elinde açıktı, not almakla meşguldü. Månsson duyabileceği bir mesafede durdu ama hiçbir şey demedi.
“Peki olay saat kaçta oldu?”
“Iıı, sekiz buçuk civarında.”
“Civarında mı?”
“Yani, kesin bilmiyorum.”
“Saat kaçta olduğunu bilmediğini mi söylemek istiyorsun?”
“Evet, bilmiyorum.”
“Garip,” dedi Backlund.
“Ne?”
“Dedim ki, bana garip geldi. Kol saatin var, öyle değil mi?”
“Tabii ki.”
“Şuradaki duvarda da duvar saati duruyor, yanılmıyorsam.”
“Evet ama…”
“Ama ne?”
“İkisi de yanlış. Neyse, saate bakmak aklıma gelmedi zaten.”
Backlund bu cevaba şaşırmıştı. Defteriyle kalemini elinden bırakıp gözlüğünü temizlemeye koyuldu. Derin bir nefes aldı, not defterini alıp tekrar yazmaya başladı.
“Gözünün önünde iki saat olmasına rağmen, olayın saat kaçta olduğunu bilmiyorsun.”
“Şey, bir nevi.”
“‘Bir nevi’ cevaplar bir işe yaramaz.”
“Ama saatler doğru değil ki. Benimki ileride, oradaki saat de geri.”
Backlund, kendi Ultratron’una baktı. “Tuhaf,” dedi, bir şey yazarak.
Månsson ne yazdığını merak etti.
“O hâlde suçlu içeri yürüdüğünde sen burada dikiliyordun?”
“Evet.”
“Bana mümkün olduğunca ayrıntılı bir tarifini verebilir misin?”
“Adama doğru düzgün bakmadım.”
“Adamı görmedin yani?” dedi Backlund, hayretler içinde.
“Şey, evet, pencereden dışarı çıkarken gördüm.”
“Nasıl birine benziyordu?”
“Bilmiyorum ki. Bayağı uzaktaydı ve o masa, sütunun arkasında kalmıştı.”
“Yani adamın nasıl göründüğünü bilmiyorsun?”
“Evet.”
“Ne giymişti peki?”
“Kahverengi spor ceket galiba.”
“Galiba mı?”
“Evet. Sadece bir saniye gördüm.”
“Başka ne giymişti? Pantolon mesela.”
“Ah, evet, pantolon da giymişti.”
“Emin misin?”
“Eee, aksi takdirde senin de dediğin gibi biraz… tuhaf olurdu. Altında pantolon olmasa yani.”
Backlund sinirli sinirli yazdı. Månsson kürdanın diğer ucunu dişlerinin arasında çiğneyerek sessizce şöyle dedi, “Ah, Backlund…?”
Diğer adam arkasını dönüp ters ters baktı.
“Önemli bir tanığı sorguya çekmekle meşgulüm…”
Aniden durup suratı düşerek, “Ah, sensin demek,” dedi.
“Neler oluyor?”
“Burada bir adam vurulmuş,” dedi Backlund büyük bir ciddiyetle. “Ve kim olduğunu biliyor musun?”
“Hayır.”
“Viktor Palmgren. Holding başkanı.” Backlund bu unvanın altını çizmişti.
“Ah, o demek,” dedi Månsson. Bu vakanın bir kâbus olacağını düşünüyordu. Dışındansa şöyle devam etti, “Bir saatten uzun zaman önce olmuş ve silahlı adam pencereden çıkıp kaçmış.”
“Öyle olmayabilir de.”
Backlund hiçbir şeye kesin gözüyle bakmazdı.
“Dışarıda neden altı tane polis arabası var?”
“Bütün alanı kapattırdım.”
“Bütün blok boyunca mı?”
“Olay yerini işte,” dedi Backlund.
“Üniformalı herkesi gönder,” dedi Månsson bezgin bezgin. “Bekleme salonunda ve sokakta polisin dolaşması, otel için pek hoş olmasa gerek. Ayrıca başka yerde işe yarayabilirler. Sonra adamın eşkâlini almaya çalış. Bu adamdan daha iyi bir tanık olmalı.”
“Doğal olarak, herkesi sorguya çekeceğiz,” dedi Backlund.
“Hepsi sırayla,” dedi Månsson. “Ama söyleyecek önemli bir sözü olmayan kimseyle zaman kaybetme. İsimleri ve adresleri al, yeter.”
Backlund ona şüpheyle baktı. “Kafanda ne var?”
“Birkaç yere telefon açacağım,” dedi Månsson.
“Kime?”
“Gazetelere, ne olduğunu öğrenmek için.”
“Şaka mı bu yani?” dedi Backlund soğuk bir ifadeyle.
“Tamam,” dedi Månsson dalgın dalgın, etrafına bakındı. Yemek salonunda gazeteciler ve fotoğrafçılar dolanıyordu. Bazıları buraya polisten çok önce gelmişti, bazıları bu meşhur silah ateş