dedi Månsson kısaca.
Oysa tam yirmi dakikaları vardı, diye düşündü.
3
Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde buna benzer bir ifade kullanıldı.
Einar Rönn, terli kırmızı suratını Gunvald Larsson’un odasının kapısından içeri uzatarak, “Kaçırdılar işte,” dedi.
“Hangisini?” diye sordu Gunvald Larsson dalgın bir hâlde.
Aklı tamamen başka bir yerdeydi, bir gece evvel metroda şiddet dolu üç soygun yaşanmıştı. İki tecavüz. On altı kavga. Burası Stockholm’dü, farklı bir yerdi. Yine de dün gece herhangi bir cinayet vakası olmamıştı. Çok şükür. Kaç hırsızlık ya da soygun yapılmıştı, hiç bilmiyordu. Ya da kaç keş, seks suçlusu, kaçakçı ve alkolik, polis tarafından gözaltına alınmıştı tam bilmek mümkün değildi. Çok sayıda polis memuru, devriye arabalarında ve karakollarda büyük ihtimal masum insanlara yüklenmişti. Sayılamayacak kadar çoktu muhtemelen. Gunvald Larsson kendi işine baktı.
Gunvald Larsson, Gasp ve Darp Masası’nda dedektif komiserdi. Bir doksan beş boyunda, boğa gibi güçlüydü. Gözleri maviydi ve bir polise göre oldukça züppe giyinirdi. Örneğin bu sabah uçuk gri, tiril tiril bir takım elbise giyip aynı renk kravat takmıştı, ayakkabı ve çorapları da takımdı. Değişik biriydi, pek seveni yoktu.
“Haga hava terminaline giden otobüs var ya, biliyorsun,” dedi Rönn.
“Eee, ne olmuş ona? Patlatmışlar mı?”
“Yolculara bakması gereken polisler, oraya zamanında ulaşmamış. Onlar vardığında yolcular çoktan inip ortadan kaybolmuş ve otobüs de çekip gitmiş.”
Gunvald Larsson nihayet düşüncelerini bu olaya vererek mavi gözleriyle Rönn’e çakı gibi baktı ve karşılık verdi, “Ne? Ama bu imkânsız.”
“Maalesef değil,” dedi Rönn. “Vaktinde yetişememişler ki.”
“Kafayı mı yedin?”
“Bu olayın sorumlu amiri ben değilim,” dedi Rönn.
“Ben yapmadım.”
Sakin ve iyi huylu biriydi, Arjeplog’luydu, İsveç’in kuzeyindendi. Stockholm’de uzun süredir yaşıyor olmasına rağmen hâlâ kendi şivesiyle konuşurdu.
Gunvald Larsson, Skacke’nin telefonunu şans eseri açmıştı. Bu otobüsü kontrol ettirmeyi de sıradan bir rutin önlem sanmıştı. Kızgın kızgın somurtarak devam etti, “Kahretsin ya, ben Solna’yı aynı saniye aradım. Oradaki nöbetçi bana Karolinskavägen’de bir devriye olduğunu söyledi. Oradan terminale arabayla en fazla üç dakikada ulaşırsın. En az yirmi dakikaları vardı. Ne olmuş ki?”
“Sanırım oraya giden ekibe yolda başka bir iş çıkmış.”
“Başka bir iş mi?”
“Evet, birisine uyarı vermek zorunda kalmışlar. Bu arada zaman kaybettiklerinden terminale vardıklarında otobüs çoktan gitmiş.”
“Ne uyarısı?”
Rönn gözlüğünü takıp elindeki kâğıda baktı. “Evet.
Otobüsün adı Beata. Genelde Bromma’dan gelir.”
“Beata mı? Hangi dangalak otobüslere de isim vermeye başladı?”
“Eee, benim suçum mu,” dedi Rönn yumuşak bir tonla.
“Devriyedeki dâhilerin de isimleri var mı bari?”
“Büyük olasılıkla. Ama kim olduklarını bilmiyorum.”
“Hemen öğren. Tanrı aşkına ya, otobüslerin bile ismi varsa, sıradan memurların da vardır, değil mi? Hoş, bence sadece numaraları da yeter.”
“Ya da simgeleri.”
“Simgeleri mi?”
“Anlarsın ya, kreşe giden çocuklar gibi. Gemi, araba, kuş, mantar, börtü böcek, köpek falan.”
“Hiç kreşe gitmedim,” dedi Gunvald Larsson surat asarak. “Hemen öğren. Mantıklı bir açıklaması yoksa, Malmö’deki şu Månsson denen adam gülmekten geberecek.”
Rönn odadan çıktı.
“Börtü böcek ya da köpekmiş,” dedi Larsson kendi kendine. “Herkes ayrı bir delirmiş,” diye de eklemekten geri durmadı.
Sonra tekrar metrodaki soygunlara döndü, zarf açıcıyla dişini karıştırdı.
Yaklaşık on dakika sonra Rönn geri döndü, gözlüğünü kırmızı burnunun üstüne koymuştu, kâğıt elindeydi. “Şimdi buldum,” dedi. “Solna polis merkezinden üç numaralı araç. Karl Kristiansson ile Kurt Kvant.”
Gunvald Larsson birden irkildi, zarf açıcıyla neredeyse intihar edecekti. “Tanrım, tahmin etmeliydim zaten. Bu iki geri zekâlı başımın belası. Hem de Skåne’liler. Hemen onları buraya getir. Durumu çözüme kavuşturmak zorundalar.”
Kristiansson ve Kvant’ın yapacakları açıklama gayet uzundu. Anlatacakları karmaşıktı ve hiç de basit değildi. Ayrıca Gunvald Larsson’dan çok çekinirlerdi. Kungsholms’daki polis merkezine gelişlerini yaklaşık iki saat ertelemeyi başardılar. Bu da kötü bir hataydı çünkü Gunvald Larsson arada geçen o zaman zarfında kendi araştırmasını yapmıştı.
Nihayet Gunvald Larsson’un karşısında üniformalı, şapkaları ellerinde dimdik duruyorlardı. İkisi de 1.80 boyunda, sarışın, geniş omuzluydu ve donuk mavi gözlerle Gunvald Larsson’a bön bön baktılar. Polisler arasında yazılı olmayan ama herkesçe bilinen bir kural vardır. Bir polis başka bir polisi eylemlerinden dolayı kınamaz ya da başka bir polisin aleyhine olabilecek bir ifade vermez. Ancak Gunvald Larsson’un sürekli bu kuralı çiğniyor olması aralarında merak konusuydu.
“Günaydın,” dedi Gunvald Larsson dostça bir tavırla.
“Gelebildiniz sonunda, ne hoş.”
“Günaydın,” dedi Kristiansson tereddütle.
“Merhaba,” dedi Kvant diklenir gibi.
Gunvald Larsson ona ters ters baktı, derin bir nefes verip söze başladı, “Haga’daki otobüste kimlik araması yapması gereken memurlar sizdiniz, değil mi?”
“Evet,” dedi Kristiansson.
Derin derin düşündü. Sonra ekledi, “Ama oraya geç vardık.”
“Vaktinde yetişemedik,” diye açıkladı Kvant.
“Orasını anladım,” dedi Gunvald Larsson. “Aynı zamanda telsizden mesajı aldığınızda Karolinskavägen’de park hâlinde olduğunuzu da duydum. Oradan terminale gitmek iki, bilemediniz üç dakika sürer. Arabanız hangi model?”
“Plymouth,” dedi Kristiansson ezilip büzülerek.
“Tatlı su levreği yarım saatte iki kilometre yol yapar,” dedi Gunvald Larsson. “En yavaş balıklardandır. Yine de o mesafeyi sizden çok daha çabuk kat ediyor.”
Durdu. Sonra kükredi, “Neden oraya vaktinde varamadınız?”
“Yolda birisine uyarı vermek zorunda kaldık,” dedi Kvant kaskatı bir hâlde.
“Emin ol, bir levreğe sorsam daha iyi bir açıklama bulurdu,” dedi Gunvald Larsson, pes edip. “Eee, neymiş şu meşhur uyarı bakalım?”
“Şey… bize hakaret edildi,” dedi Kristiansson cılız bir sesle.
“Devlet memuruna görev başında hakaret,” diye altını çizdi Kvant.
“Nasıl oldu peki?”
“Bisikletle