çukura kaçmış, avurtları çökmüştü. Telefon çalınca Månsson açtı.
“Evet, benim, Dedektif Komiser Månsson.”
Hemen arkasından:
“Anladım.”
Bu cümleyi üç kere tekrarladı, hoşça kal demeden telefonu kapattı.
Skacke’ye bakıp şöyle dedi, “Bu artık bizim davamız değil. Merkezden birisini gönderiyorlar.”
“Kollberg olmasın,” dedi Skacke tedirgince.
“Hayır, tabii ki sadece Martin Beck. Yarın sabah gelecekmiş.”
“Şimdi ne yapacağız?”
“Eve gidip yatacağız tabii ki,” diyen Månsson ayağa kalktı.
6
Stockholm’den kalkan uçak Bulltofta’ya indiğinde Martin Beck kendini iyi hissetmiyordu.
Uçmaktan hiç hoşlanmazdı ve bu cuma sabahı da dün akşamki partinin olumsuz etkilerini taşıyordu. Bu durum seyahatini daha da tatsızlaştırmıştı.
Bir nebze serin olan kabinden iner inmez onu sıcak, ağır hava karşıladı ve daha merdivenleri inmeden terlemeye başladı. İç hatlar geliş terminaline yürürken asfalt ayaklarının altında yumuşacıktı.
Taksinin içi, açık cama rağmen hamam gibiydi ve arka koltuğun sahte deri döşemesi, incecik gömleğinden alev alev yakıyordu.
Martin Beck, Månsson’un onu emniyette beklediğini biliyordu ama önce otele gidip duş almak ve üstünü değiştirmek istedi. Bu kez her zaman yaptığı gibi St Jörgen’de değil Savoy’da bir oda ayırtmıştı.
Kapıdaki görevli onu o kadar abartılı selamladı ki Martin Beck bir an için onu uzun zamandır beklenen önemli bir müşteri sandıklarını düşündü.
Oda ferah ve serindi, kuzeye bakıyordu. Martin Beck pencereden kanalı ve tren garını, limanın ötesini ve Kockum rıhtımının ilerisinde de Öresund Boğazı’ndan Kopenhag’a doğru yola çıkmış, mavilikte gözden kaybolan beyaz bir deniz otobüsü görebiliyordu.
Martin Beck soyunup odada çıplak gezerek bavulunu boşalttı. Sonra banyoya girip uzun, soğuk bir duş aldı.
Temiz iç çamaşırı ve temiz bir gömlek giydi, giyinmesi bitince gar saatinin tam on ikiyi gösterdiğini fark etti. Polis merkezine taksi tuttu ve doğruca Månsson’un odasına yürüdü.
Månsson avluya bakan tüm pencereleri ardına kadar açmıştı, günün bu saatinde güneş almıyordu. Gömlekle oturuyor, bir yığın kâğıdı karıştırırken bira içiyordu.
Selamlaşmalarından sonra Martin Beck ceketini çıkardı, boş sandalyeye oturdu ve bir Florida yaktı; Månsson da ona kâğıt yığınını verdi.
“Başlangıç olarak bu rapora bakabilirsin. Gördüğün üzere, olay daha en başından kötü ele alındı.”
Martin Beck sayfaları dikkatlice okudu ve sonra Månsson’a sorular sordu, o da raporda yazmayan ayrıntılar hakkında onu aydınlattı. Månsson aynı zamanda Kristiansson ve Kvant’ın Karolinskavägen’deki davranışının Rönn tarafından yumuşatılmış bir versiyonunu aktardı. Gunvald Larsson bu olayla alakadar bile olmak istemiyordu.
Martin Beck okuduktan sonra kâğıtları önündeki masaya koydu. “Öncelikle tanıkları adamakıllı sorguya çekmeliyiz, orası belli. Bu gerçekten de pek verimli olmamış. Şu garip tabirle ne demek istemişler ki?”
Sayfalardan birini çıkarıp okudu, “‘Suç işlendiği esnada olay yerinde bulunan saatlerin farklı zamanı göstermeleri göz önünde tutularak…’ Bu ne demek oluyor ki?”
Månsson omuz silkti.
“Bunu yazan Backlund,” dedi. “Backlund’la tanışmışsındır?”
“Ah, o. Anladım,” dedi Martin Beck.
Backlund’la tanışmıştı. Bir kere. Yıllar önce. O da yetmişti.
Bir araba avluya girip pencerenin tam altında durdu.
Sonra gürültüler duyuldu, kapılar çat diye kapandı, insanlar koştu ve Almanca bağırış çağırışlar oldu.
Månsson yavaşça kalkıp dışarıya baktı.
“Gustav Adolf Meydanı’nda iyi bir temizlik yaptılar herhâlde,” dedi, “ya da rıhtımda. Orada güvenlik önlemlerini genişlettik ama çoğunlukla yakalananlar, cebinde bir avuç esrarla takılan ergenler oluyor. Büyük sevkiyatları ya da gerçekten tehlikeli torbacıları enselediğimiz az olmuştur.”
“Bizde de durum öyle.”
Månsson pencereyi kapatıp oturdu.
“Skacke nasıl?” diye sordu Martin Beck.
“İyi,” dedi Månsson. “Hırslı bir çocuk. Evde oturup her gece ders çalışıyor. İyi de iş çıkarıyor, çok dikkatli, daha temkinli. O hatasından büyük ders çıkarmış. Bu arada, Kollberg değil de senin geldiğini duyunca çok rahatladı.”
Bir yıldan kısa süre önce, Benny Skacke, Kollberg’in, Arlanda havaalanında birlikte tutuklamak üzere oldukları adam tarafından karnından bıçaklanmasına doğrudan sebep olmuştu.
“Futbol takımı için de iyi olmuş diye duydum,” dedi Månsson.
“Öyle mi?” dedi Martin Beck ilgisizce. “Şimdi ne yapıyor?”
“Palmgren’in grubundan birkaç masa ötede oturan şu adama ulaşmaya çalışıyor. Adamın adı Edvardsson ve Arbetet gazetesinde düzeltmen. Geçen çarşamba sorguya alacaktık ama çok sarhoştu ve dün de ona ulaşamadık. Muhtemelen akşamdan kalma hâlde evdeydi de kapıyı açmadı.”
“Eğer Palmgren vurulduğunda sarhoşsa, tanık olarak pek işe yaramaz,” dedi Martin Beck. “Palmgren’in karısını ne zaman sorguya alabiliriz?”
Månsson birasından bir yudum alıp ağzını elinin tersiyle sildi.
“Bugün öğleden sonra umarım. Ya da yarın. Onunla sen ilgilenmek ister misin?”
“Kendin yapsan daha iyi olabilir. Palmgren hakkında benden daha fazla bilgi sahibisindir.”
“Pek sanmıyorum,” dedi Månsson. “Ama tamam, karar senin. Skacke adama ulaşırsa Edvardsson’la sen konuşabilirsin öyleyse. İçimden bir ses, her şeye rağmen onun en değerli tanığımız olduğunu söylüyor. Bira ister misin? Maalesef ısınmış.”
Martin Beck hayır anlamında başını salladı. Susuzluktan ağzı kurumuştu ama ılık bira ilgisini hiç çekmiyordu.
“Kantine gidip biraz maden suyu alsak ya?” dedi.
İkisi birlikte barda dikilip birer maden suyu içtiler, sonrasında Månsson’un odasına geri döndüler. Benny Skacke ziyaretçi sandalyesinde oturmuş, defterinden bir şey okuyordu. Onlar içeri girince hemen ayağa kalktı, Martin Beck ile tokalaştılar.
Månsson, “Eee, Edvardsson’a ulaştın mı?” diye sordu.
“Evet, nihayet. Şu anda gazetedeymiş ama saat üçte eve dönecekmiş,” dedi Skacke.
Notlarına göz attı.
“Kamrer Caddesi, 2 numara.”
“Arayıp üçte geleceğimi söyle,” dedi Martin Beck.
Kamrer Caddesi’ndeki apartman, bir dizi yeni bina içinde ilk biten binaya benziyordu; sokağın karşı tarafında yakında daha yeni ve büyük apartmanlara yer açmak için buldozerlerin hışmına uğrayacak, boşaltılmış eski evler yer alıyordu.
Edvardsson en