“Kadın hâlâ büyük şokta, hastanede bu sabah öyle dediler. Belki de sopayla vura vura kendisi öldürdü onu, kim bilir?”
Kollberg ayağa kalkıp pencereye yürüdü ve pencereyi açtı.
“Kapatsana,” dedi Martin Beck.
Kollberg pencereyi kapattı.
“Nasıl dayanabiliyorsun?” diye sızlandı. “Burası fırın gibi olmuş.”
“Zehirlenmektense pişmeyi tercih ederim,” dedi Martin Beck felsefi bir edayla.
Güney polis merkezi, Essinge Parkway’e çok yakındı ve trafiğin yoğun olduğu saatlerde, mesela şimdi, tatil sezonunun başlarında, havanın egzozdan ne kadar ağırlaştığı bariz hissedilirdi.
“Ben bilmem, sana bir şey olursa suç sende,” dedi Kollberg ve lambur lumbur kapıya gitti. “Akşama kadar hayatta kalmaya çalış. Saat yedi mi demiştin?”
“Evet, yedi,” dedi Martin Beck.
“Şimdiden acıktım,” dedi Kollberg kışkırtıcı bir tavırla.
“İyi ki geliyorsunuz,” dedi Martin Beck ama kapı çoktan Kollberg’in arkasından kapanmıştı.
Bir saniye sonra, telefon çalmaya başladı, insanlar geldi, imzalar atıldı, tutanaklar okundu, sorular soruldu. Böylelikle Martin Beck akşam menüsüyle ilgili tüm düşüncelerini bir kenara bıraktı.
Saat dörde çeyrek kala emniyetten çıkıp metroyla Hötorgshallen’e gitti. Orada dolaşıp alışveriş yapması o kadar uzun sürdü ki her şeyi hazırlayabilmek için Gamla Stan’daki evine taksiyle gitmek zorunda kaldı.
Saat yediye beş kala sofrayı kurduğunda Martin Beck ortaya koyduklarını inceledi.
Dereotu yatağında fileto ringa, ekşi krema ve frenk soğanı vardı. Küp küp doğranmış soğan, dereotu ve limon dilimlerinin ortasında sazan havyarı. İncecik kıvırcık üstüne dizilmiş somon dilimleri. Dilimlenmiş haşlanmış yumurta. Füme ringa. Macar salamı, Polonya sosisi, Finlandiya sosisi ve Skåne’den ciğer sosisi. Koca bir kâse dolusu göbek salata ve içinde bolca taze karides. Martin Beck en çok bununla gurur duyuyordu, ne de olsa kendisi yapmıştı ve tadı nefisti. Kesme tahtasında altı çeşit peynir vardı. Turp ve zeytin. Pumpernickel ekmeği, Macar köy ekmeği, Fransız ekmeği, sıcak ve kıtır kıtır. Bir kapta köy işi tereyağı. Ocakta taze patates fokurduyor, hafiften bir dereotu kokusu yayıyordu. Buzdolabında dört şişe Piesporter Falkenberg, Carlsberg Hof ve buzlukta bir şişe Løjtens schnapps bekliyordu.
Martin Beck tüm bu emeğinden gayet memnundu. Şimdi tek eksik misafirlerdi.
İlk Åsa Torell geldi. Martin Beck Campari soda hazırladı. Åsa Torell elinde içkisiyle evi gezdi.
Daire bir yatak odası, oturma odası, mutfak, banyo ve holden oluşuyordu. Odalar küçüktü ama bakımı kolay ve rahattı.
“Burayı seviyor musun diye sormama gerek yok,” dedi Åsa Torell.
“Çoğu doğma büyüme Stockholm’lü gibi ben de hep Gamla Stan’da bir dairem olmasını hayal ederdim,” dedi
Martin Beck. “Kendi başıma takılmak da harika.”
Åsa başıyla onayladı. Şimdi pencere pervazına yaslanıyordu, ayaklarını bilekten üst üste atmıştı, içkisini iki eliyle tutuyordu. Küçük ve narindi, iri gözlü, kısa kahverengi saçlı ve yanık tenliydi; sağlıklı, sakin ve dingin görünüyordu. Martin Beck onu böyle gördüğüne sevindi çünkü kızın Åke Stenström’ün ölümünü atlatması uzun sürmüştü.
“Ya sen?” diye sordu Martin Beck. “Sen de yeni taşınmışsın.”
“Sen de bir ara bana gel, sana evi gezdireyim,” dedi Åsa.
Stenström’ün ölümünden sonra, Åsa bir süre Gun ve Lennart Kollberg’le beraber yaşamıştı. Eskiden erkek arkadaşıyla oturduğu daireye geri dönmek istemediğinden Kungsholmsstrand’da tek odalı bir yere çıkmıştı. Aynı zamanda seyahat acentesindeki işinden ayrılıp Polis Akademisi’ne başlamıştı.
Akşam yemeği büyük bir başarıydı. Martin Beck kendisi pek yemese de (zaten çok az yemek yerdi), bütün yiyecekler silinip süpürüldü. Martin Beck kaygılanarak acaba iştahlarını hafife mi aldım diye merak etti fakat misafirler masadan kalktığında tok ve hâllerinden memnun görünüyordu. Kollberg çaktırmadan pantolonunun düğmesini açtı. Åsa ve Gun şarap yerine schnapps ve bira tercih etti. Yemek bittiğinde Løjtens şişesi boşalmıştı.
Martin Beck kahve yanında konyak ikram etti, kadehini kaldırıp, “Şimdi iyice coşalım, ilk kez hepimiz aynı gün izinliyiz,” dedi.
“Benim izin günüm yok,” dedi Gun. “Bodil sabahın beşinde gelip karnımın üstünde zıplıyor ve kahvaltı istiyor.”
Bodil, Kollberg’lerin yaklaşık iki yaşındaki kızlarıydı.
“Bunu düşünme şimdi,” dedi Kollberg. “Yarın sabah akşamdan kalma olsam da olmasam da ben ilgilenirim. İşten de bahsetmeyin. Düzgün bir iş bulabilseydim, geçen seneki olaydan sonra istifamı verirdim.”
“Şimdi bunun sırası değil,” dedi Martin Beck.
“Nasıl düşünmeyeyim?” dedi Kollberg. “Bütün polis teşkilatı yakında dağılacak. Kırsaldan gelen şu zavallı sersemlere baksana, o üniformaları içinde avare avare geziyor, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Ya idareye ne demeli!”
Martin Beck, dikkatini dağıtmak için, “Ah, iyi,” dedi ve konyağına uzandı.
Aslında en son yeniden düzenleme sonrasında teşkilatın siyasileştirilip merkezileşmesinden dolayı o bile endişeliydi. Devriye memur kalitesinin her daim düşmesi de cabasıydı. Fakat bu meseleyi masaya yatırmanın ne yeri ne de zamanıydı şimdi.
“Ah, iyi,” diye tekrar etti dalgın bir şekilde ve kadehini kaldırdı.
Kahveden sonra Åsa ve Gun bulaşıkları yıkamak istedi. Martin Beck karşı çıkınca, kendi evleri dışında her yerde bulaşık yıkamayı sevdiklerini söylediler. Martin Beck de onları kendi hâllerine bırakıp viski ve su getirdi.
Telefon çaldı.
Kollberg saate baktı.
“Onu çeyrek geçiyor,” dedi. “Malm değilse kafamı keserim, kesin bize yarın işe geleceksiniz diyecektir. Ben burada yokum.”
Malm, yeni emekliliğe ayrılmış eski müdürleri Ham-mar’dan sonra başa geçen Emniyet Müdürü’ydü. Malm tepeden inme, yani Polis Genel Müdürlüğü’nden gelmişti ve buraya gelişi son derece siyasi görünüyordu. Neyse, durum biraz gizemliydi.
Martin Beck telefonu açtı.
Sonra abartılı bir ifadeyle yüzünü ekşitti.
Malm yerine, arayan Emniyet Genel Müdürü’ydü, dişlerini sıkarak şöyle demişti, “Bir durum var. Yarın sabah ilk iş Malmö’ye gitmeni isteyeceğim.”
Ardından gecikmiş bir şekilde ekledi, “Rahatsız ettiysem, özür dilerim.”
Martin Beck buna bir cevap vermedi fakat şöyle dedi, “Malmö mü? Ne oldu?”
Kendine yeni bir kokteyl hazırlayan Kollberg gözlerini kaldırıp başını iki yana salladı. Martin Beck ona bıkkın bir bakış atıp kadehini işaret etti.
“Viktor Palmgren’i duydun mu?” dedi Emniyet Genel Müdürü. “Şu şirket sahibi mi? Şu üst düzey?”
“Evet.”
“Tabii ki duydum ama bir milyon farklı şirketi olması ve paraya para dememesi haricinde onun hakkında bir bilgim yok. Ah, aynı zamanda, genç ve güzel bir karısı var, bir de manken