“Böylece gerçek bir operasyon merkezi kurmuş oluruz,” dedi.
Skacke odasına gidip telefonu kullanmaya başladı. Bir süre sonra Månsson onu takip etti. Ağzının köşesinde kürdanıyla, tek omzunu kapının eşiğine yaslamış, ayakta durdu.
“Olay hakkında ne düşünüyorsun, Benny?” diye sordu.
“Pek bir şey diyemiyorum,” dedi Skacke dikkatlice.
“Nedense bana imkânsız gibi geliyor.”
“İmkânsız tam da doğru kelime,” dedi Månsson.
“Anlamadığım şey, ardında yatan neden.”
“Ayrıntıları oturtana kadar nedene pek takılmamalıyız bence.”
Telefon çaldı. Skacke not aldı.
“Palmgren’i vuran adamın, sonrasında yemek salonundan kaçma şansı sadece binde birmiş. Ateş edilme anına değin adam tam bir radikal gibi davranmış.”
“Bir nevi suikastçı gibi mi demek istiyorsun?”
“Aynen. Sonrasında? Ne olmuş? Kaçışı tam bir mucize ve artık radikal biri olmaktan öte tam panik olmuş.”
“Bu yüzden mi şehirden ayrılacağını düşünüyorsun?”
“Kısmen. İçeri girip yürüyor, adamı vuruyor ve sonrasında olanlar umurunda bile değil. Ama sonra, tıpkı çoğu suçlu gibi panik yapıyor. Korkuya kapılıyor ve oradan bir an evvel kaçmak istiyor, olabildiğince uzağa.”
Bu bir teori tabii, diye düşündü Skacke. Oldukça gevşek bir temeli vardı gerçi.
Ama hiçbir şey demedi.
“Tabii bu sadece bir teori,” dedi Månsson. “İyi bir polis, sadece teorilere bel bağlamaz. Fakat şu an üstünde çalışabileceğimiz başka bir şey göremiyorum.”
Telefon çaldı.
Çalışmanın sonu yok, diye düşündü Månsson. Hiç bitmiyordu.
Üstelik de izinde olması gerekirken!
Zorlu bir geceydi, asıl zorluk, hiçbir şey olmamasından dolayıydı. Eşkâle aşağı yukarı uyan bazı insanlar otoyolda şehirden çıkarken ya da tren istasyonunda durdurulmuştu. Hiçbirisinin bu olayla alakası yok gibiydi ama isimleri alınmıştı.
Bire yirmi kala, son tren istasyondan ayrıldı.
İkiye çeyrek kala, Lund’daki iki polis, Palmgren’in hayatta olduğu mesajını gönderdi.
Saat üçte, aynı kaynaktan bir mesaj daha geldi. Bayan Palmgren şoktaydı ve sorguya almak mümkün değildi. Ancak saldırganı net bir şekilde görmüştü ve onu tanımadığından emindi.
“Lund’daki şu herif, çok uyanık birine benziyor,” dedi Månsson esneyerek.
Sabaha karşı dördü biraz geçerken Lund’daki polisler gene temasa geçti. Palmgren’i tedavi eden doktor ekibi şu an için ameliyat yapmamaya karar vermişti. Kurşun, sol kulağının arkasından içeri girmişti; ne tür bir hasar verdiğini anlamak imkânsızdı. Yaralının durumu nispeten iyi olarak bildiriliyordu ki beklemeyi tercih etmişlerdi.
Månsson’un durumuysa hiç iyi değildi. Yorgundu, boğazı kupkuruydu, suyunu doldurmak için sık sık lavaboya gidip durdu.
“Başında bir kurşunla nasıl hayatta kalabilirsin ki?” diye sordu Skacke.
“Olabilir,” dedi Månsson, “daha önce yaşandı. Bazen dokular üstünü kapatır, işte o zaman iyileşebilir. Ama doktorlar kurşunu çıkarmak istese adam ölebilirdi.”
Backlund anlaşılan uzun süre Savoy’da kalmıştı çünkü saat dört buçukta teknik ekibin olay yerini inceleyebilmesi için büyük bir alanı kapattığını açıklamak üzere telefon etti, bu da en erken birkaç saat sonra yapılacaktı.
“Burada ona ihtiyaç var mı diye soruyor,” dedi Skacke, elini ahizenin üstüne koyup.
“Şimdi onu isteyebilecek tek kişi evde yatağındaki karısıdır,” dedi Månsson.
Skacke bu mesajı iletti fakat biraz yumuşattı. Bunun üstüne Skacke, “Bence Bulltofta’yı eleyebiliriz,” dedi. “Oradan en son uçak, on biri beş geçe kalktı. O tarife uyan kimse yoktu. Bir sonraki de altı otuzda kalkacak. İki gün önceden bütün biletler satılmış ve bekleme listesinde bekleyen yok.”
Månsson bunun üzerine bir süre kafa yordu. “Hım-mm,” dedi sonunda. “Sanırım yataktan kaldırılmaktan hiç hoşlanmayacak birine telefon açmam gerekecek.”
“Kime? Müdüre mi?”
“Hayır, herhâlde o da en fazla bizim kadar uyumuştur.
Bu arada, sen dün gece hangi delikteydin?”
“Sinemada,” dedi Skacke. “Her gece evde oturup ders çalışacak hâlim yok ya.”
“Ben hayatımda hiç evde oturup ders çalışmadım,” dedi Månsson. “Şu deniz otobüslerinden biri saat dokuzda Malmö’den çıkıp Kopenhag yoluna çıktı. Hangisi olduğunu öğrenmeye çalış.”
Bu da beklenmedik derecede zor bir görevmiş meğer. Yarım saat geçtikten sonra Skacke raporunu verebildi: “Adı Springeren ve şu anda Kopenhag’da. Bazı insanları arayıp yataktan kaldırınca amma huysuzlanıyorlar.”
“Şu anda benim çok daha kötü bir işim olduğunu düşünerek içini rahatlatabilirsin,” dedi Månsson.
Odasına gitti, telefonu açıp Danimarka’yı, 00945’i ve sonra Danimarka İstihbarat Teşkilatı’ndan Polis Yüzbaşı Mogensen’in evini aradı. On yedi kere çaldırdıktan sonra, kalın bir ses cevap verdi, “Mogensen.”
“Ben Malmö’den Per Månsson.”
“Ne istiyorsun be?” dedi Mogensen. “Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”
“Evet,” dedi Månsson, “ama çok önemli olabilir.”
“Bayağı önemli olsa iyi olur,” dedi Danimarkalı adam tehdit edercesine.
“Dün gece burada, Malmö’de bir cinayet teşebbüsü oldu,” dedi Månsson. “Saldırganın uçakla Kopenhag’a kaçmış olma ihtimali var. Eşkâli elimizde.”
Sonra tüm hikâyeyi aktarınca Mogensen acı acı, “Tanrı aşkına ya, benden mucize mi bekliyorsun?” dedi.
“Neden olmasın?” dedi Månsson. “Bir şey duyarsan, haber et.”
Mogensen, oldukça net bir sesle, “Canın cehenneme,” dedikten sonra telefonu çat diye kapattı.
Månsson esneyerek silkelendi.
Hiçbir şey olmadı.
Backlund biraz sonra arayıp olay yerini incelemeye başladıklarının haberini verdi. Saat o sırada sekizdi.
“Hay aksi, tam cin gibi,” dedi Månsson.
“Şimdi nereye gideceğiz?” diye sordu Skacke.
“Hiçbir yere. Bekleyeceğiz.”
Saat dokuza yirmi kala, Månsson’un özel hattı çaldı. Telefonu açtı, bir iki dakika dinledi, bir teşekkürler ya da hoşça kal bile demeden konuşmayı sonlandırıp Skacke’ye seslendi, “Stockholm’ü ara. Hemen.”
“Ne diyeceğim?”
Månsson saate baktı.
“Mogensen aradı. Adının Bengt Stensson olduğunu söyleyen bir İsveçli dün gece Kastrup’tan Stockholm’e bilet almış ve sonra saatlerce yedekte beklemiş. En sonunda 8.25’te kalkan bir SAS uçağına binmiş. Uçak en fazla on dakika önce Arlanda’ya inmiş olmalı. Adam elimizdeki tarife uyuyor olabilir.