Larsson omuz silkip devam etti: “Şimdi, size katılıyorum, bahsettiğiniz bu nüfuzlu otorite resmî bildirileriyle meşhurdur ama onun bu kadar silme salak bir laf edeceğini sanmıyorum. Eee, neymiş şu meşhur hakaret peki?”
“‘Domuz!’” dedi Kvant.
“Siz de bunu hak etmediğinizi düşündünüz?”
“Kesinlikle hayır,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson, Kristiansson’a merakla baktı, ağırlığını verdiği ayağını değiştiren adam, “Evet, galiba,” dedi.
“Hı hı,” dedi Kvant. “Siv bile olsa derdi ki…”
“Siv?” dedi Gunvald Larsson. “O da mı otobüs ismi?”
“Karım,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson parmaklarını birbirinden ayırdı ve kocaman, kıllı elini, avucu açık bir biçimde masaya indirdi. “Aynen şöyle oldu,” dedi. “Siz arabanızı Karolinskavägen’e park etmiş duruyordunuz. Telsiz mesajını aldınız. Adam bisikletle yanınızdan geçti ve size ‘Domuz!’ diye bağırdı. Ona uyarı vermeye mecburdunuz. Bu yüzden terminale vaktinde yetişemediniz.”
“Doğrudur,” dedi Kvant.
“Evet,” dedi Kristiansson.
Gunvald Larsson uzun uzun baktı adamlara. Sonunda alçak bir sesle, “Doğru mu?” dedi.
Kimse cevap vermedi. Kvant korkuya kapılmaya başladı.
Kristiansson bir eliyle gergince tabancasının namlusunu elledi, şapkasıyla alnında biriken teri sildi.
Gunvald Larsson uzun bir süre sessiz kaldı, o sessizliğin ortama iyice oturmasını bekledi. Birdenbire kollarını yukarı kaldırıp ellerini masaya vurunca bütün oda sarsıldı.
“Yalan söylüyorsunuz,” diye haykırdı. “Ağzınızdan çıkan her kelime yalan; bunu da bal gibi biliyorsunuz. Arabaya servis yapan restoranlardan birinde durdunuz. İçinizden biri dışarıda dikilmiş, sosisli sandviç yiyordu. Dediğiniz gibi, bir adam bisikletle yanınızdan geçip size seslendi. Ama seslenen adam değildi, bisikletin arka koltuğunda oturan çocuğuydu. Ve ‘domuz’ diye bağırmadı, ‘Baba, şu küçük domuz…’ dedi. Daha üç yaşındaydı. Ayak parmaklarıyla oynuyordu, anlıyor musunuz?”
Gunvald Larsson aniden sustu.
Kristiansson ve Kvant o an pancar gibi kıpkırmızı kesilmişlerdi.
Sonunda Kristiansson belli belirsiz mırıldandı, “Nereden biliyorsun?”
Gunvald Larsson delici bakışlarını ikisine çevirdi. “Tamam, sosisliyi kim yiyordu?” diye sordu.
“Ben değil,” dedi Kristiansson.
“Göt,” diye bıyık altından fısıldadı Kvant.
“Eh, durun bakalım, şu soruyu ben sizin yerinize cevaplayayım,” dedi Gunvald Larsson doğrularak. “Bisikletli adam, üç yaşındaki bir çocuğun dediği bir laf yüzünden üniformalı iki geri zekâlının onu on beş dakika boyunca yolundan alıkoymasına razı gelmeyecekti tabii. O yüzden burayı arayıp şikâyet etti ve bakın şu işe, son derece de haklıydı. Özellikle de etrafta tanıklar varken.”
Kristiansson sersemlemiş bir hâlde başını salladı.
Kvant son bir savunma teşebbüsünde bulundu: “İnsanın ağzı doluyken yanlış anlamak kolay oluyor…”
Gunvald Larsson sağ elini kaldırıp lafını ağzına tıktı.
Defterini önüne çekti, iç cebinden bir kalem çıkarıp büyük harflerle yazdı, “DEFOLUN!” Sayfayı yırtıp öne doğru ittirdi. Kristiansson kâğıdı aldı, şöyle bir baktı, daha da kızararak Kvant’a uzattı.
“Bir kez daha söylemeye dayanamayacağım,” dedi Gunvald Larsson.
Kristiansson ve Kvant mesajı alıp oradan ayrıldılar.
4
Martin Beck tüm bu olanlardan habersizdi.
Västberga Allé’de yer alan Güney polis merkezindeki odasında çalışıyordu. Sandalyesini arkaya ittirmiş, bacaklarını uzatmış ve ayaklarını, yarı açtığı alt çekmeceye yaslamış hâlde oturuyordu. Yeni yaktığı Florida’sının filtresini ısırdı, ellerini pantolonunun ceplerine sokup gözlerini kısarak camdan dışarıya baktı. Düşünüyordu.
Cinayet Masası amiri olduğu için, güney yakasındaki baltalı cinayeti düşündüğü zannedilebilirdi; bir hafta geçmesine rağmen olay hâlâ çözülememişti. Ya da bir gün önce Riddarfjärden’de sudan çıkarılan, kimliği belirsiz kadın cesedini. Ama durum bu değildi.
O akşamki yemek daveti için ne alsam diye düşünüyordu.
Martin Beck, mayıs sonunda kendine Köpman Caddesi’nde bir artı bir daire bulup evden taşınmıştı. Inga ile on sekiz yıldır evliydiler fakat bir süredir evlilikleri sallantıdaydı ve ocak ayında, kızı Ingrid bir arkadaşıyla aynı eve çıkınca Martin Beck karısıyla, ayrılık meselesini konuşmuştu. İlk başta karısı karşı çıkmıştı fakat sözleşme hazır olduğundan karısı bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. On dört yaşındaki oğulları Rolf, karısının göz bebeğiydi ve Martin Beck aslında Inga’nın, oğluyla baş başa kalmaktan memnun olduğu kanısındaydı.
Dairesi sıcacık ve gayet ferahtı, iç karartıcı Bagarmossen banliyösündeki eski evinden birkaç parça eşyasını derleyip toparlayınca ve diğer ihtiyaçlarını da alınca, bir pervasızlığa kapılıp en yakın üç arkadaşını yemeğe çağırmıştı. Mutfak bilgisinin en fazla yumurta haşlamaktan ibaret olduğu göz önüne alınca, bu pervasızlığını şimdi daha iyi anlıyordu. Eve birileri geldiğinde Inga’nın neler hazırladığını anımsamaya çalıştı fakat nasıl hazırlandığını bilmediği ve iç malzemeleri hakkında hiçbir fikri olmadığı, yağlı ve doyurucu yemekler gözünün önüne geldi.
Martin Beck bir sigara daha yakıp karmakarışık bir kafayla Walewska usulü dil balığı ve geyik fileto à la Oscar düşündü. Hadi bir de cœur de filet provençale. Dahası, önceden hiç hazırlık yapmadığı davetini genişletirken hesaba katmadığı bir detay daha aklına takıldı. Evine gelecek olan misafirlerden daha iştahlı üç kişi daha tanımıyordu.
Lennart Kollberg, ki en yakın çalıştığı kişiydi, hem ağzının tadını bilir hem de boğazına düşkündü. Martin Beck yemekhaneye inme cesaretini gösterdiği günlerde bunu güzel güzel gözlemlemişti. Ayrıca, Kollberg’in cüssesi, ne kadar boğazına düşkün olduğunu ele veriyordu zaten. Yaklaşık bir yıl önce karnına aldığı çirkin bir bıçak yarası bile bu huyunu değiştirmemişti. Gun Kollberg, kocası gibi cüsseli değildi ama iştahlıydı. Polis Akademisi’nden mezun olduktan sonra, Ahlak Masası’na katıldığından beri artık bir meslektaşı olan Åsa Torell ise tam bir oburdu.
Bir buçuk yıl evvel kızın, erkek arkadaşının yani Martin Beck’in en genç komiser yardımcısının, otobüste vurulduğu sırada ne kadar küçük, ne kadar zayıf ve ne kadar sıska olduğunu hatırlıyordu. Artık o kötü dönemleri atlatmıştı, iştahı yeniden açılmış, hatta biraz kilo almıştı. Herhâlde metabolizma hızı çok yüksekti.
Martin Beck, Åsa’dan erken gelip yardım etmesini istemeyi aklından geçirdi ama bundan vazgeçti.
Kapının yumruklanması ve açılması neredeyse eş zamanlıydı. Kollberg içeri girdi.
“Oturmuş böyle ne düşünüyorsun?” dedi, fazladan sandalyeye kendini atarak, sandalye de ağırlığından gıcırdadı.
Kimse Kollberg’in, hırsızlık numaraları