iyi olur,” dedi Martin Beck.
Adam mutfağa girdi, elinde iki bardak ve iki şişe birayla geri döndü.
“Beck birası,” dedi. “Çok yakıştı, hı?”
Birayı bardaklara boşaltınca koltuğa oturup bir kolunu koltuğun sırtına attı.
Martin Beck biradan büyük bir yudum içti, soğuktu ve bu bunaltıcı sıcakta çok iyi gelmişti. Sonra şöyle dedi, “Yani, neden geldiğimi zaten biliyorsunuz.”
Edvardsson başıyla onaylayıp bir sigara yaktı.
“Evet, Palmgren hakkında. Vefatına çok da üzüldüğümü söyleyemem.”
“Onun hakkında bilginiz var mıydı?” diye sordu Martin Beck.
“Şahsen mi? Yok, tanımıyordum. Fakat ona rastlamamak mümkün değil. Bende otoriter, kibirli bir adam izlenimi bırakmıştı, eh, ben öyle tiplerle hiç geçinemem.”
“Ne demek bu? ‘Öyle tipler’ yani?”
“Paranın her şey olduğuna inanan ve parayı edinmek için her yolu mübah bulan tipler.”
“Hakkındaki düşüncelerinizi netleştirmek isterseniz sizden Palmgren hakkında daha fazlasını daha sonra dinlemek isterim fakat önce bir şey öğrenmek istiyorum. Saldırganı gördünüz mü?”
Edvardsson elini saçında gezdirdi, saçları biraz dağınıktı ve alnına dalga dalga düşüyordu.
“Maalesef bu konuda çok yardımcı olamayacağım. Ben oturmuş bir şeyler okuyordum ve adam pencereden çıkmak üzereyken ancak tepki gösterebildim. İlk önce Palmgren dikkatimi çekti, sonra saldırganı gördüm ama göz ucuyla. Çok hızlı kaçtı, tekrar pencereye doğru baktığımda, adam sırra kadem basmıştı bile.”
Martin Beck cebinden buruşuk bir Florida paketi çıkarıp bir tane yaktı.
“Dış görünüşü hakkında bir fikriniz var mı?” diye sordu.
“Koyu renk giysiler giydiği kalmış aklımda, herhâlde takım elbise ya da birbirine uyumsuz bir spor ceket ve pantolon. Bir de sanırım genç birisi değildi. Ama bu sadece aklımda kalan bir izlenim; adam otuz, kırk ya da elli yaşında olabilirdi ama bundan çok daha yaşlı ya da genç olacağını sanmam.”
“Siz restorana girdiğinizde Palmgren’in grubu masada oturuyor muydu?”
“Hayır,” dedi Edvardsson. “Onlar geldiğinde ben yemeğimi yemiş, bir viski içmiştim. Burada yalnız yaşıyorum ve bazen bir restoranda oturup kitap okumak hoşuma gider, sonuçta orada bayağı uzun süre otururum.”
Durakladı, biraz sonra ekledi, “Bana bayağı tuzluya mal olsa da tabii.”
“Bu toplantıda Palmgren haricinde dikkatinizi çeken birileri oldu mu?”
“Karısı ve Palmgren’in sağ kolu olduğu söylenen o genç adam vardı. Diğerlerini tanımıyordum ama bence onlar da çalışanlarıydı. İkisi Danca konuşuyordu.”
Edvardsson pantolonunun cebinden bir mendil çıkarıp alnındaki teri sildi. Beyaz gömlek giymiş, kravat takmıştı, altında polyester pantolon ve ayakkabı vardı. Gömleği terden sırılsıklamdı. Martin Beck kendi gömleğinin sıcaktan vücuduna yapıştığını hissetti.
“Ne konuştuklarını duyabildiniz mi?” diye sordu.
“Doğrusunu isterseniz, evet, duydum. Ben çok meraklıyımdır ve insanları incelemek çok eğlenceli, o yüzden evet, biraz kulak kabartmıştım. Palmgren ile Danimarkalı iş konuşuyordu, neyle ilgili olduğunu tam duyamadım ama birkaç defa Rodezya ismi geçti. Palmgren’in kırk tarakta bezi vardı. Kendisi bile bir kez bu deyişi kullanmıştı. Bir sürü karanlık iş çeviriyormuş, böyle anlatıldığını duydum. Kadınlar, bu tip kadınların genelde konuştuğu şeyleri konuşuyordu yani kıyafetler, seyahatler, ortak arkadaşlar, partiler falan. Bayan Palmgren ve diğer ikisinden genç olan, sarkık göğüslerini yaptırmış birisini anlatıyordu, memeleri çenesinin altından fışkıran iki tenis topu gibi olmuş. Charlotte Palmgren New York’ta ‘21’deki bir partiyi anlatıyordu, sözde Frank Sinatra da gelmiş ve Mackan denen birisi bütün gece herkese şampanya ısmarlamış. Bunun gibi bir milyon şey daha. Twilfit’te 75 krona muhteşem bir sutyen varmış. Yazları peruk kafayı terletiyormuş, o yüzden her gün saçlarını yapmak zorundalarmış.”
Martin Beck, Edvardsson’un o gece kitabını pek okuyamadığını anlamıştı.
“Diğer adamlar peki? Onlar da mı iş konuşuyordu?”
“Hayır, pek değil. Akşam yemeğinden önce toplantı yapmışlardı sanki. Dördüncü adam yani Danimarkalı olan ve genç olan değil, öyle bir şey söyledi. Hayır, onların muhabbeti de pek üst düzey değildi. Mesela uzunca bir süre Palmgren’in kravatını dillerine doladılar, maalesef göremedim çünkü bana sırtı dönük oturuyordu. Çok özel bir kravat olmalıydı çünkü hepsi hayrandı ve Palmgren bunu Paris’te Şanzelize’den 95 franka aldığını söyledi. Kızı, bir zenciyle aynı eve taşınmış. Palmgren de kızı pek siyahinin olmadığı İsviçre’ye göndermesini söyledi.”
Edvardsson ayağa kalktı, boş şişeleri mutfağa taşıyıp iki şişe bira daha getirdi. Şişeler sıcakta hemen buhar yapmıştı ve çok çekici görünüyorlardı.
“Evet,” dedi Edvardsson, “masadaki muhabbetten en çok hatırladıklarım bunlar. Pek yardımcı olamadım, değil mi?”
“Olamadınız,” dedi Martin Beck dürüstçe. “Palmgren hakkında ne biliyorsunuz?”
“Fazla bir şey bilmem. Limhamn taraflarında, en büyük, eski üst sınıf malikânelerden birinde yaşar. Kamyon yüküyle para kazandı, karısı ve o eski ev harici başka bir sürü yere de kamyonla para harcardı.”
Edvardsson bir süre sessiz durdu. Sonra o bir soru sordu: “Siz Palmgren hakkında ne biliyorsunuz?”
“Bundan daha fazlasını değil.”
“Polis, Viktor Palmgren gibiler hakkında benim kadar az bilgiye sahipse, Tanrıya emanetiz,” dedi Edvardsson ve birasından büyük bir yudum aldı.
“Palmgren tam vurulduğu sırada bir konuşma yapıyordu, değil mi?”
“Evet, hatırlıyorum, ayağa kalkıp bir şeyler gevelemeye başladı, zırvaladı işte. Onlara hoş geldiniz dedi, emekleri için teşekkür etti ve hanımlara nutuk çekip eğlendi. Bayağı yetenekliymiş bu konuda; gayet şen şakraktı. Otel personeli de onları rahatsız etmemek için uzaklaştı; hatta müzik bile durdu. Garsonlar ortadan kayboldu, bense orada oturmuş, buz küplerimi emiyordum. Palmgren’in ne yaptığını sahiden bilmiyor musunuz, yoksa bu bir polis sırrı mı?”
Martin Beck bira bardağını süzdü. Aldı. Dikkatlice bir yudum içti.
“Açıkçası benim pek bilgim yok,” dedi. “Ama muhtemelen daha fazla bilgi sahibi olanlar var. Stockholm’de bir sürü yabancı iş yeri ve bir emlak şirketi.”
“Anladım,” dedi Edvardsson ve düşüncelerine gömüldü.
Bir saniye sonra, tekrar konuştu, “Katili çok az gördüm, dünden önceki gün de onlara anlattım. Polisten iki kişi üstüme düştü. Birisi saatin kaç olduğunu sorup durdu ve biraz daha zeki, daha genç bir polis daha vardı.”
“O sırada pek ayık değildiniz, değil mi?” dedi Martin Beck.
“Hayır. Tanrı biliyor ya, hiç değildim. Sonra dün de bir daha kafayı çektim, o yüzden hâlâ akşamdan kalmayım. Şu bitmeyen sıcaktan herhâlde.”
Şahane, diye düşündü Martin Beck. Akşamdan kalma başkomiser, akşamdan kalma tanığı sorguya çekiyor. Çok verimli.
“Bilirsin