bira için teşekkürler.”
“Yine beklerim,” dedi Edvardsson. “Ben şimdi beni kendime getirecek bir şeyler içmeliyim, sonra da buraları toparlayayım.”
Månsson hâlâ masasında, aynı pozisyonda oturuyordu.
“Ne demeliyim?” dedi Martin Beck içeri girince. “Nasıl geçti? Eee, nasıl geçti?”
“İyi bir soru. Bayağı kötüydü bence. Orada durum nasıl?”
“İyi değil.”
“Duldan ne haber?”
“Yarın bakacağım. Dikkatli olmakta yarar var. Kadın yasta.”
7
Per Månsson, Malmö’nün Möllevång Meydanı civarında işçi mahallesinde doğup büyümüştü. Yirmi beş yıldan uzun süredir polisti. Ömrü boyunca Malmö’de yaşamış birisi olarak şehri herkesten daha iyi bilir ve severdi.
Buna rağmen şehrin bir bölgesi vardı ki burayı tanıma şansı hiç olmamıştı ve bu bölge onu hep huzursuz ederdi. Burası Västra Förstaden’di, hep zengin ailelerin yaşadığı Fridhem, Västervång ve Bellevue gibi mahalleleri vardı. Yirmiler ve otuzlardaki kıtlık yıllarını iyi hatırlıyordu, küçük bir çocukken Limhamn yolundaki malikânelerin arasında tahta sabolarıyla yürürdü, bazen akşam yemeği için ringa bulabilirdi. Pahalı arabaları ve üniformalı şoförleri, siyah elbiseli, önlüklü, kolalı başlıklı hizmetlileri ve tül etekli, denizci giysileriyle zengin çocuklarını unutamazdı. Bunlar o kadar uzaktı ki ona tüm bu ortam akıl almaz gelirdi, sanki bir masal gibi. O şoförler ve hizmetçi kızlar gitmiş olmasına ve zengin çocuklar dışarıdan bakıldığında diğer çocuklardan çok farklı görünmemesine rağmen, bir şekilde burası hâlâ öyle bir his taşıyordu.
Sonuçta patates ve ringa kötü bir beslenme türü değildi ki babasız ve fakir büyümüş olsa da Månsson iri ve büyük bir adam olmuş, ‘zor yolu’ seçmiş ve sonunda başarılı olmuştu. En azından, kendini öyle görüyordu.
Viktor Palmgren de bu bölgede yaşamıştı; sonuç olarak dul eşi de hâlâ burada yaşıyordu.
Månsson şimdiye kadar o talihsiz akşam yemeği sofrasındaki insanların sadece resimlerini görmüştü ve haklarında bilgi sahibi değildi. Charlotte Palmgren hakkında sadece olağanüstü güzel bulunduğunu ve bir zamanlar Miss Bilmem-ne tacını aldığını biliyordu. İsveç güzeli miydi, yoksa kâinat mı? Sonra da manken olarak şöhrete ulaşmıştı ve kariyerinin zirvesinde, yirmi yedi yaşındayken Bayan Palmgren olmuştu. Şu anda otuz iki yaşındaydı, dışarıdan bakıldığında pek değişmemişti, çocuk doğurmamıştı. Dış görünüşüne çok vakit ve sınırsız para harcayabilen kadınlar nasıl görünüyorsa öyleydi. Viktor Palmgren ondan yirmi dört yaş büyüktü, bu da evliliğin hangi çıkarlara dayandığının göstergesiydi. Adam muhtemelen iş arkadaşlarına sergilemek için güzel bir şey istiyordu, kadınsa bir daha asla iş namına bir şey yapmak zorunda kalmamasını sağlayacak kadar para. Evlilikleri böyle yürümüştü.
Buna rağmen, Charlotte Palmgren duldu ve Månsson biraz da olsa görgü kuralına uyabilirdi. Dolayısıyla, hiç hoşuna gitmese de siyah bir takım elbise, beyaz gömlek giydi ve kravat taktı, arabasına binip Regements Caddesi’nden Bellevue’ye kısacık bir yolculuk yaptı.
Palmgren malikânesi, Månsson’un çocukluk anılarıyla tamamen örtüşen cinstendi, belki de anıları yıllar içinde hafif bir abartı tozuyla şişmişti. Sokaktan bakınca evin küçük bir kısmı görülebiliyordu, yani çatının bir köşesi ve rüzgâr gülü. Çit niyetine ekilmiş çalılar hem çok iyi biçilmiş hem de çok uzun ve gürdü. Månsson yanılmıyorsa, arkalarında dökme demirden bir parmaklık da olmalıydı. Arsa çok büyüktü ve çimenliği parklara benziyordu. Garaj yoluna giren parmaklıklı kapı da çalılar kadar geçilmezdi; bakırdandı, zamanla yeşillenmişti, geniş, yüksek ve kıvrımlı desenlerle süslüydü. Kapının bir yarısında abartı büyüklükte harfler vardı, artık tanıdık gelen şu isim okunuyordu: Palmgren. Diğer yarısındaysa bir posta kutusu, elektrikli kapı zilinin düğmesi ve onun tam üstünde, ziyaretçiler, içeri kabul edilmeden önce incelenebilsin diye kare bir açıklık. Elbette elini kolunu sallayarak girilebilecek bir yer değildi burası. Månsson dikkatlice tokmağa bastırırken neredeyse bir yerlerde bir alarmın çalmasını bekledi. Kapı kilitliydi elbette ve pencere kapalıydı. Posta aralığından hiçbir şey görülmüyordu. Elbette burası da başka birkapalı metal kutuya açılıyordu.
Månsson elini zile doğru kaldırdı fakat fikrini değiştirip sol kolunu indirdi ve etrafına bakındı.
Kendi eski Wartburg’u haricinde kaldırıma iki araba park etmişti. Kırmızı bir Jaguar ve sarı bir MG. Charlotte Palmgren’in sokağa iki spor araba park etmiş olması mümkün müydü? Månsson orada hareket etmeden durdu ve bir an için parkın içinden belli belirsiz sesler duyar gibi oldu. Sonra sesler yok oldu, belki de sıcak ve basık havada buharlaşıp yok olmuşlardı.
Ne yaz ama, diye düşündü Månsson. Her on yılda bir yaşanır böylesi. Sen de burada kravat, gömlek ve ceketle tam bir kalın kafalı gibi dikiliyorsun, hem de Falsterbro’da plajda uzanmak ya da evde şortla, içkin elinde takılmak dururken!
Sonra başka bir şey geçti aklından. Malikâne eskiydi, muhtemelen yüzyılın başından kalmaydı, kesinlikle bir iki milyona yeniden düzenlenip modern bir görünüme kavuşmuştu. Bu evlerin genellikle arka girişi olurdu; bahçıvan, aşçı, hizmetçiler, uşaklar ve bebek bakıcıları arkadan girip çıkarlardı. Böylelikle evin bey ve hanımının gözüne takılmamış olurlardı.
Månsson çit boyunca yürüyerek yandaki sokağa saptı. Evin bulunduğu arazi, koca bir blok uzanıyordu sanki çünkü çit hiç değişmiyordu, bozulmadan, geçit vermez hâliyle devam ediyordu. Månsson tekrar sağa saptı, arkaya doğru dolandığında aradığı şeyi buldu. Dökme demirden iki giriş kapısı vardı. Buradan bakınca ev görünmüyordu, uzun ağaçlar ve sık çalılarla örtülüydü. Ancak Månsson’un gözüne yeni yapılmış, kocaman bir garaj takıldı. Hemen yanında daha eski, daha küçük bir bina vardı. Buraya bahçe malzemelerini koyuyor olmalıydılar. Arka kapıda isim levhası yoktu.
Månsson ellerini giriş kapısının iki yanına koyup bastırdı. Kapılar kenara kayıp açıldı. Kapının kilitli olup olmadığını anlamasına gerek kalmadı yani. Ağaçların gölgesi altına girince, havanın ne kadar sıcak olduğunu anladı; yakasının altında ter damlacıkları birikti, kürek kemiklerinin arasından sırtına süzüldü. Månsson kapıları kapattı.
Garaja giden çakıl taşlı yolda tekerlek izleri göze çarpıyordu; bahçeye doğru kıvrılan patikalar granit karolarla kaplıydı.
Månsson ağaçların altından, evden tarafa doğru çimlerde yürüdü. Sarısalkımların ve yaseminlerin arasından geçti, tam tahmin ettiği gibi evin arka tarafına çıktı, burası sessiz ve ıssızdı. Pencereler, mutfak ve kiler merdivenleri kapalıydı ve bir sürü tuhaf ek bina vardı. Månsson bakışlarını eve doğru kaldırdı fakat çok yakın olduğundan pek bir şey göremedi. Sağa giden patikayı takip etti, çiçek tarhından yukarı devam etti, köşeden gizlice baktığında gösterişli şakayıkların arasında heykel gibi donakaldı.
Karşısındaki manzara birçok açıdan nefes kesiciydi. Çimenlik çok geniş ve yeşildi, İngiliz golf sahaları gibiydi. Ortada fasulye şeklinde bir havuz vardı, yanları açık mavi fayanslarla kaplıydı ve içi pırıl pırıl yeşil suyla doluydu. En uzak ucunda bir sauna, paralel barlar ve can simitleri vardı. Saunanın yanında bir egzersiz bisikleti duruyordu. Tahminen burası Viktor Palmgren’in o dillere destan mükemmel fiziğini koruduğu yerdi. Havuzun kenarında Bruno Mathsson koltuğuna benzeyen bir şeyde Charlotte Palmgren oturuyor, daha