baksanıza, çıplak bir dul!
Hem neden olmasın ki? Dul kadınlar da bazen çıplak olabilir. Månsson şakayıkların arasında dururken kendini bir röntgenci gibi hissetti, ki aynen de öyleydi.
Ancak onu orada kalmaya iten sebep gördükleri değil de duyduklarıydı. Yakın civarda, fakat gözle görünemeyecek bir yerde hareket eden ve bir şeyler yapan birisinden şıngır şıngır sesler geliyordu.
Arkasından Månsson ayak sesleri duydu ve bir adam evin oluşturduğu gölgeliğin içinden çıktı. Charlotte Palmgren kadar olmasa da o da bronzlaşmıştı. Üstünde çiçekli bermuda şort vardı ve içinde açık kırmızı bir sıvı bulunan, iki uzun bardak taşıyordu. Pipet ve buz. Fena fikir değil.
Månsson adamı hemen fotoğraflardan tanıdı. Mats Linder’di bu, daha öleli kırk sekiz saat bile olmamış Viktor Palmgren’in en yakın iş ortağı ve sağ koluydu.
Adam çimenlerden havuza doğru yürüdü. Şezlongda arkasına yaslanmış kadın sol bacağını kaldırıp bileğini kaşıdı. Gözlerini bile açmadan sağ kolunu uzattı ve adamın elindeki bardaklardan birini aldı.
Månsson evin köşesine doğru geri çekildi. Dinledi. Önce Linder konuştu, “Çok mu keskin olmuş?”
“Yok, iyi,” dedi kadın.
Månsson kadının bardağı fayansa koyduğunu duydu.
“Ne fenayız değil mi?” dedi Charlotte Palmgren duygusuzca.
“Aman neyse, yine de güzel.”
“Evet, doğru.”
Kadının sesi hâlâ aynı kayıtsız tondaydı.
Bir süre ortalık sessizdi. Arkasından dul kadın davetkâr ve etkileyici bir ses tonuyla, “Mats, şu aptal şortu çıkarsana?” dedi.
Linder cevap verdiyse de Månsson asla öğrenemeyecekti çünkü şakayıkların arasındaki yerinden hemen ayrıldı.
Hızlı ve sessiz adımlarla gerisin geri yürüdü, kapıyı arkasından kapattı ve çitleri takip ederek iki sokak köşesini de dönüp bakır ön kapının önünde durdu. Bir saniye bile tereddüt etmeden zili çaldı.
Uzaklarda zil sesi yankılandı. Bir dakika geçmeden ayak sesleri yaklaştı. Dikiz deliği açıldı, açık mavi-yeşil bir göz ona baktı. Månsson bir tutam sarı saç ve abartılı uzun, teknik açıdan kusursuz kirpikler gördü.
Månsson kimliğini çıkarmış, aralığa doğru uzatmıştı.
“Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi. “Adım Månsson. Komiser.”
“Ah,” dedi kadın çocuk gibi. “Tabii ki. Polis. Birkaç dakika bekleyebilir misiniz?”
“Tabii ki. Bölmüyorum ya?”
“Ne? Yok, yok canım. Sadece iki dakika benim…” Anlaşılan sözünü uygun bir şekilde tamamlayamadı. Deliğin kapağı kapandı, hızla kapıdan uzaklaştı.
Månsson kol saatine baktı.
Kadının geri dönüp kapıyı açması sadece üç buçuk dakika sürdü. Gümüş rengi sandalet ve tiril tiril, gri bir elbise vardı üzerinde.
Altına bir şey giymeye vakti olmamıştır, diye düşündü Månsson, hem zaten gerekli de değildi. Kadının gösterecek ya da saklayacak özel bir şeyi yoktu.
“Buyurun lütfen,” dedi Charlotte Palmgren. “Beklettiğim için özür dilerim.”
Kapıyı kilitleyip adamın önünden evin içine doğru yürüdü. Dışarıda, sokakta bir araba çalıştı. Anlaşılan dul kadın haricinde hızlı davranan başka biri daha vardı.
Månsson ilk kez evi tüm heybetiyle görme fırsatı bulunca buraya hayran kaldı. Aslında burası bir ev gibi değildi, kubbeleri, kuleleri ve garip çıkıntıları olan mini bir şatoydu. Her şey, müteahhidin müthiş bir megaloman olduğunun ve bu tasarımı bir kartpostaldan kopyaladığının kanıtıydı sanki. Daha modern bir görünüm vermek için yakınlarda eklenen sundurma ve cam verandalar da genel izlenimi daha da iyi kılmamıştı. Malikâne tam bir felaketti ve insan gülse mi, ağlasa mı, yoksa bir yıkım ekibi mi yollasa karar veremiyordu. Bina son derece kallaviydi; ancak dinamitle yerinden oynatılabilirdi. Garaj yolunda Kayzer Almanyası’nda bulunan türden bir dizi iğrenç heykel duruyordu.
“Evet, güzel bir evdir,” dedi Charlotte Palmgren. “Ama yenilemek ucuza mal olmadı. Şimdi her şey birinci sınıf.”
Månsson gözlerini evden ayırmayı başarıp çevreye bakmaya devam etti. Daha önce dikkatini çeken çimenlik oldukça bakımlıydı.
Kadın bakışlarını takip edip, “Haftada üç gün bahçıvan gelir,” dedi.
“Anladım,” dedi Månsson.
“İçeride mi yoksa dışarıda mı oturmak istersiniz?”
“Fark etmez,” dedi Månsson.
Mats Linder’den eser kalmamıştı, hatta bardaklar bile ortada yoktu ama geniş verandadaki bir servis arabasında bir seltzer şişesi, bir buz kovası ve birkaç şişe duruyordu.
“Bu evi kayınpederim satın almış,” dedi kadın, “ama yıllar evvel ölmüş, Viktor ve ben daha tanışmadan.”
“Nerede tanıştınız?” diye sordu Månsson yersizce.
“Nice’te, altı yıl önce,” dedi Charlotte Palmgren. “Orada bir defiledeydim.” Bir saniye duraksadıktan sonra ekledi, “Hadi içeri geçelim bari.”
“Tamam,” diye cevap verdi Månsson.
“Size özel bir şey ikram edemeyeceğim. Bir iki içki olabilir tabii.”
“Teşekkürler ama almayayım.”
“Anlıyorsunuz ya, burada yapayalnızım. Hizmetlileri gönderdim.”
Månsson hiçbir şey demedi ve kadın bir saniye sonra, “Olanlardan sonra yalnız kalmak daha iyi diye düşündüm.
Tamamen yalnız,” dedi.
“Anladım. Başınız sağ olsun.”
Kadın başını hafifçe yana eğdi ama iğrenme ve tam duygusuzluk dışında bir şey ifade edemedi.
Belki de kederli görünebilecek kadar yetenekli değil, diye düşündü Månsson.
“Mmm,” dedi. “Hadi girelim.”
Månsson verandanın arkasındaki taş basamaklardan kadını takip etti, kasvetli genişçe bir holü geçip tıklım tıkış mobilya dolu, devasa bir salona girdi. Tüm tarzların bir arada olması grotesk bir hava veriyordu. Bir yanda ultra modern parçalar varken diğer yanda sırtı yüksek eski tip koltuklar ve yarı antika sehpalar vardı. Kadın onu dörtlü koltuk, bir kanepe ve devasa, kalın cam bir sehpa setine doğru götürdü. Yeni ve pahalı bir sehpaya benziyordu.
“Lütfen oturun,” dedi kadın âdetten.
Månsson oturdu. O tekli koltuk, hayatında gördüğü en büyük koltuktu; Månsson öyle bir gömüldü ki bir daha asla ayağa kalkamayacağını sandı.
“İçecek bir şey istemediğinize emin misiniz?”
“Eminim, teşekkürler,” dedi Månsson. “Sizi fazla rahatsız etmeyeceğim. Ancak maalesef size birkaç soru sormak zorundayım. Anladığınız üzere, Bay Palmgren’i öldüren kişiyi en kısa zamanda yakalamak istiyoruz.”
“Evet, polissiniz. Eh, ne demeliyim ki? Ben çok üzüldüm, olayın kendisi… Trajik.”
“Saldırganı gördünüz, değil mi?”
“Evet, ama her