sanırım o ben oluyorum,” dedi Martin Beck emin olamayarak.
“Demek Folke hapse girecek.”
“Bu kanıya nereden vardın?”
“Ah, bunu herkes biliyor.”
“Sahi mi?”
“Çok kötü. Tütsülenmiş ringası şahaneydi.”
Adam itfaiye arabasının altına sürünüp gözden kaybolarak konuşmayı sonlandırdı.
Genel kanı buysa, o zaman demek ki Nöjd hiç abartmamıştı.
Martin Beck olduğu yerde kaldı, düşünceli düşünceli kafa derisini kaşıdı.
Bir iki dakika sonra Herrgott Nöjd itfaiye arabasının diğer tarafında belirdi. Ensesinde yine aynı aslan avcısı şapkası sallanıyordu ve üstünde dama desenli bir gömlek, üniforma pantolonu ve açık renk süet ayakkabı vardı. İri bir gri köpek tasmasını çekiştiriyordu. Merdivenin altından eğildiler ve köpek arka ayakları üstünde kalktı, ön patilerini Martin Beck’in göğsüne koyup yüzünü yalamaya başladı.
“İn aşağı, Timmy!” dedi Nöjd. “Otur! Ne köpek ya!”
Ağır bir köpekti. Martin Beck iki adım geriledi.
“Otur, Timmy!” dedi Nöjd.
Köpek üstünden inip kendi etrafında üç tur attı. Sonra istemeye istemeye yere oturdu, sahibine bakıp kulaklarını dikti.
“Herhalde dünyanın en kötü polis köpeği. Ama bir mazereti var tabii. Eğitimli değil. İtaat etmeyi bilmiyor. Ben polis olduğumdan o da haliyle polis köpeği oluyor. Bir anlamda tabii.”
Nöjd kahkahayı bastı, Martin Beck’e göreyse ortada gülünecek bir sebep yoktu.
“HSK buradayken onu maça götürdüm.”
“HSK?”
“Helsingborg Spor Kulübü. Futbol takımı. Futbol maçlarını takip etmezsin, değil mi?”
“Pek sayılmaz.”
“Eh, tabii ki elimden kaçıp sahaya koştu. Anderslöv oyuncularının birinden topu kaptı. Ortalığı birbirine kattı. Hakemden zılgıtı yedim. Burada yıllar sonra yaşanan en dramatik olaydı. Şimdiye dek tabii. Ne yapsaydım? Hakemi mi tutuklasaydım? Tamamen hukuki açıdan bakıldığında bir futbol hakeminin statüsünün ne olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok.”
Tekrar kahkaha attı.
“Sahaya yürüyüp hakemin dibine geldim. ‘Nöjd?’ dedim. ‘Başpolis. Benimle gelseniz iyi olur, görev üstündeki memura müdahale durumu bu.’ Olmazdı yani. O yüzden orada geri zekâlı gibi durdum.”
Nöjd kahkahayı bastı ama Martin Beck ona neden diye sormadan edemedi.
“Eee, düşünüyordum da, ya bizim Timmy gol atarsa? O zaman ne olurdu?”
Martin Beck diyecek söz bulamıyordu.
“Ah, selam,” dedi Nöjd.
“Günaydın, Herrgott,” dedi itfaiye arabasının altından kof ve derin bir ses.
“Hey Jöns, şu koca şeyi tam da karakolun önüne park etmek zorunda mısın?”
“Daha açık değilsiniz ki,” dedi Jöns.
Sesi boğuk çıkıyordu.
“Ama açmak üzereyim.”
Nöjd anahtarlarını şıngırdatınca köpek hemen ayaklandı. Nöjd kapıyı açtı, Martin Beck’e hızlıca bir bakıverdi.
“Anderslöv karakoluna hoş geldin,” dedi. “Trelleborg’a bağlıyız. Burası köy meydanı. Sosyal güvenlik bürosu, karakol, kütüphane işte. Ben üst katta yaşıyorum. Her şey yepyeni, ne derler, cillop gibi. Muhteşem bir nezarethane. Geçen sene iki kere kullanmak zorunda kaldık. Burası da odam. Girsene.”
Bir masa ve ziyaretçiler için iki sandalyesi olan, hoş bir odaydı. Büyük pencereler bir nevi terasa bakıyordu. Köpek, çalışma masasının altına yattı.
Masanın arkasında kalın ciltlerle dolu raflar yer alıyordu. Çoğu cilt İsveç Heykelleri’ne aitti ama başka kitaplar da vardı.
“Trelleborg’dan telefon ettiler bile,” dedi Nöjd. “Başkomiser. Emniyet Amiri de öyle. Burada kaldığına şaşırmışlardı.”
Masasına oturup kutudan bir sigara çekti.
Martin Beck de rahat sandalyelerden birinde yerini aldı.
Nöjd bacak bacak üstüne atıp şapkasını dürttü, hatta masaya koydu.
“Bugün kesin arabayla buraya gelirler. En azından Başkomiser gelir. Biz Trelleborg’a inmezsek tabii.”
“Sanırım burada kalmayı tercih ederim.”
“Tamam.”
Masasındaki evrakları karıştırdı. “Rapor burada. Göz atmak ister misin?”
Martin Beck bir saniye düşündü.
“Bana sen anlatabilir misin?” dedi.
“Seve seve.”
Martin Beck rahat hissediyordu. Nöjd’ü sevmişti. Her şey yolunda gidecekti.
“Burada kaç kişisiniz?”
“Beş. Bir sekreter. İyi kızdır. Üç polis memuru, yeni kontenjan açılmadıkça tabii. Bir devriye arabası. Bu arada, kahvaltı ettin mi?”
“Hayır.”
“İster misin?”
“Evet.”
Hakikaten de karnı acıkmaya başlamıştı.
“Güzel,” dedi Nöjd. “Şimdi, nasıl yapalım? Hadi bana gidelim. Britta gelip sekiz buçukta ofisi açar. Önemli bir şey olursa, telefon edip haber verir. Evde çay, kahve, ekmek, tereyağı, peynir, marmelat ve yumurta var. Başka ne var bilmiyorum. Kahve ister misin?”
“Çayı tercih ederim.”
“Ben kendim çay içiyorum. O zaman raporu yanıma alayım, üst kata çıkalım. Tamam mı?”
Üst kattaki daire çok hoştu ve bir kişiliği var gibiydi, düzenli dizilmişti ama aile yaşantısına uygun değildi. Burada yaşayan kişinin bekâr olduğu çok belliydi; bekâr alışkanlıklarına sahip, uzun süredir, belki de bütün ömrü boyunca bekâr olduğu anlaşılıyordu. İki avcı tüfeği ve eski bir polis kılıcı duvarda asılıydı. Nöjd’ün polis tabancası 7.65 Walther, tahminen yemek masası olabilecek bir masada, yağlı bir bez üstünde parçalara ayrılmış halde duruyordu.
Tabancalar, hobilerinden biriydi.
“Atış yapmayı severim,” dedi Nöjd.
Güldü.
“Ama insanlara değil,” diye ekledi. “Hayatımda hiç kimseyi vurmadım. Hatta kimseye hedef bile almadım. Bu yüzden tabancamı üstümde taşımam. Revolverim de var, yarış modeli. Ama o alt kattaki mahzende kilitli.”
“Nişanda iyi misindir?”
“Eh, işte. Ara sıra kazanırım. Yani nadiren. Rozetimi aldım tabii.”
Bu tek anlama gelebilirdi. Altın rozet. Yani sadece seçkin nişancıların kazandığı rozet.
Martin Beck berbat bir nişancıydı. Altın rozetin yanına bile yaklaşamamıştı. Ya da başka bir ödülün. Öte yandan, insanlara hedef almış, atış da yapmıştı. Ama kimseyi öldürmemişti. Hep iyi yanından bakılacak bir şeyler oluyor.
“Masayı temizleyebilirim,” dedi Nöjd, pek hevesli olmadan. “Ben genelde mutfakta yiyorum