olmayan bir soru.”
Bu bir yalandı. Soru hiç alakasız değildi.
“Ama cevap vermekte sakınca görmüyorum. Bir dönem Abbekås’tan bir kızla çıkıyordum. Nişanlandık. Ama inan bana, kız et yiyen bitkiler gibiydi. Üç aydan sonra burama kadar geldi ve altı aydan sonra, kızın canına hâlâ tak etmemişti. Ondan beri köpeklere sadığım. Ben bildiğimi konuşuyorum. Erkeklerin eşe ihtiyacı yok bence. İnsan bir alıştı mı büyük rahatlık. Her sabah uyandığımda böyle hissediyorum. Üç erkeğin hayatını kararttı. Tabii ki şimdiye kaç kez büyükanne oldu.”
Bir an sessizce oturdu.
“Hiç çocuğunun olmaması biraz üzücü bir şey,” dedi sonra. “Yani bazen. Ama çoğu zaman tam aksini hissediyorum. Burada koşullar bayağı iyi olmasına rağmen, yine de toplumda genel anlamda bir sıkıntı var. Burada çocuk yetiştirmeyi denemek istemezdim. Mesele şu, böyle bir şey yapılabilir mi?”
Martin Beck sessizce dinledi. Çocuk yetiştirme konusunda kendi katkısı çoğunlukla ağzını kapalı tutmak ve çocuklarının doğal biçimde kendi kendilerine büyümelerine izin vermekti. Sonuç, kısmen başarılı olmuştu. Gayet iyi, bağımsız bir insana dönüşen, onu seven bir kızı vardı. Öte yandan, hiçbir zaman anlayamadığı bir oğlu vardı. Kesinlikle açık sözlü olması gerekirse oğlundan pek hoşlanmıyordu ve daha on sekiz yaşında olan çocuk da ona güvensizlik, kandırmaca ve son yıllarda, açıktan açığa burun kıvırma haricinde bir davranış sergilemiyordu.
Oğlunun adı Rolf’tu. Konuşma girişimlerinin çoğu şu cümlelerle sona eriyordu: “Tanrım, baba ya, seninle konuşmanın bir manası yok, zaten hiçbir zaman ne dediğimi anlamıyorsun.” Ya da: “Elli yaş büyük olsaydım, belki bir şansımız olabilirdi ama artık on dokuzuncu yüzyılda değiliz biliyorsun.” Ya da: “Keşke polis olmasaydın!”
Nöjd köpekle meşguldü. Şimdi kafasını kaldırıp baktı.
“Ben sana bir soru sorabilir miyim?” dedi hafifçe gülümseyerek.
“Tabii.”
“Neden hiç evlendim mi diye öğrenmek istedin?”
“Aptalca bir soruydu.”
Tanıştıklarından beri ikinci kez, karşısındaki adam son derece ciddi göründü. Biraz da kırılmış gibiydi.
“Bu doğru değil. Doğru olmadığını biliyorum. Ben neden sorduğunu anladım.”
“Neden?”
“Kadınları anlamadığımı düşündüğün için mi?”
Martin Beck fotoğrafları elinden bıraktı. Rhea ile tanıştığından beri, dürüst olma konusunda sıkıntıları azalmıştı.
“Tamam,” dedi. “Haklısın.”
“Güzel,” dedi Nöjd, dalgın dalgın bir sigara daha yakarak. “Gayet iyi. Teşekkürler. Haklı olabilirsin de. Özel hayatına hiç kadın girmemiş bir erkeğim. Annem haricinde tabii ve Abbekås’lı bir balıkçı kız. Kadınları hep sıradan insanlar olarak görmüşümdür, benden ve genel olarak erkeklerden farklı değillermiş gibi. O yüzden arada ince farklar varsa, o zaman ben kaçırmışımdır. Bu konuda cahil olduğumu bildiğim için kadınların libidosu hakkında birçok kitap ve yazı okudum ama çoğunluğu saçmalıktı. Saçmalık olmayan kısımsa o kadar barizdi ki bir Hottentot bile anlayabilirdi. Mesela eşit işe eşit maaş ve cinsiyet ayrımcılığı.”
“Neden Hottentot?”
Nöjd o kadar yüksek sesli kahkaha attı ki köpek, yerinden sıçrayıp yüzünü yalamaya başladı.
“Belediyede bir adam vardı, Afrika’daki göçebe Hottentot’ların iki bin yıl da yaşasalar, tekerleği bile icat edemeyecek tek kültür olduklarını iddia ederdi. Saçmalık tabii ki. Onun hangi partiden olduğunu söylememe lüzum yok.”
Martin Beck bilmek istemiyordu zaten. Nöjd’ün hangi siyasi görüşe yakın olduğunu da bilmek istemiyordu. İnsanlar ne zaman siyaset konusunu açsa Martin Beck bir istiridye gibi kapanıyordu.
Orada hâlâ kapalı bir istiridye sessizliğinde oturuyorken otuz saniye sonra telefon çaldı.
Nöjd ahizeyi kaldırıp açtı.
“Nöjd,” dedi.
Her kim arıyorsa, anlaşılan komik bir şeyler söylemişti.
“Evet, şu anda karşımda oturuyor.”
Martin Beck ahizeyi aldı.
“Beck.”
“Alo, merhaba, ben Ragnarsson. Sana ulaşabilmek için birçok yeri aradık. Ne var ne yok?”
Cinayet Büro Şefi olmanın bir sıkıntısı da büyük gazetelerin nereye neden gittiğini öğrenmek için peşine adam takmasıydı. Bunu yapabilmek için, polis teşkilatından para yedirdikleri ispiyoncuları olurdu, bu da sinir bozucuydu ama elden gelen bir şey yoktu. Emniyet Genel Müdürü de çok sinir oluyordu ama haber sızacak diye de ödü patlıyordu. Hiçbir şey hiçbir yere sızmamalıydı.
Ragnarsson gazeteciydi, daha iyi ve düzgün olanlardan biriydi, ancak bu asla ve asla onun çalıştığı gazete daha iyi ve düzgün olanlardan biri demek anlamına gelmiyordu.
“Hâlâ orada mısın?” dedi Ragnarsson.
“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck.
“Kaybolmuş? İnsanlar her gün kayboluyor ama seni çağırmıyorlar. Dahası, duyduğuma göre Kollberg de oraya doğru yola çıkmış. Burnuma kötü kokular geliyor.”
“Olabilir de. Olmayabilir de.”
“İki adam gönderiyoruz. Hazırlıklı olun bari. Tek söylemek istediğim buydu. Arkandan iş çevirmek istemedim, biliyorsun. Bana güvenebilirsin. Hoşça kal.”
“Hoşça kal.”
Martin Beck kafa derisinin kenarını sıvazladı. Ragnarsson’a güveniyordu ama muhabirlerine ve çalıştığı gazeteye güvendiği söylenemezdi.
Nöjd düşünceli düşünceli bakıyordu.
“Gazeteci mi?”
“Evet.”
“Stockholm’den mi?”
“Evet.”
“Demek bomba patladı.”
“Kesinlikle.”
“Burada da yerel gazeteciler var. Olaydan haberdarlar. Ama söz dinliyorlar. Bir nevi sadakat. Trelleborgs Allehanda iyi. Ama bir de Malmö gazeteleri var. En kötüsü de Kvällsposten. Şimdi bir de Aftonbladet ve Expressen çıkacak başımıza.”
“Evet, maalesef.”
“Hassiktir!”
‘Hassiktir,’ Skåne’de yumuşak, gündelik bir sözdü.
Biraz kuzeye çıkıldı mı, çok ayıp karşılanırdı.
Belki de Nöjd’ün bundan haberi yoktu. Ya da belki umurunda değildi. Martin Beck, Nöjd’ü çok sevmişti.
Aralarında doğal bir arkadaşlık gelişmişti. Bir sorun çıkmayacak gibiydi.
“Şimdi ne yapıyoruz?”
“Sana bağlı,” dedi Martin Beck. “Uzman olan sensin.”
“Anderslöv bölgesi. Evet, öyle olmalıyım. Sana etrafı gezdirip anlatayım mı? Arabayla? Ama devriye arabasını almayalım. Benimki daha iyi.”
“Domates rengi olan mı?”
“Tabii. Elbette herkes biliyor. Ama ben onunla daha rahat ediyorum. Gidelim mi?”
“Sen