hoşlanmayan biri var mı?” diye sordu Wallander ve karşısında oturan adamın yanıt vermeden önce bir an için duraksadığı izlenimine kapıldı.
“Sanmıyorum,” dedi Papaz Tureson.
İşte yine, diye geçirdi içinden Wallander. Yanıtında yine tam olarak kesin olmayan bir şey var. Yine kaçamak bir yanıt verdi.
“Neden size inanmıyorum, dersiniz?” diye üsteledi.
“Ama inanmalısınız, Komiser,” dedi Tureson. “Cemaatimi çok iyi tanırım.”
Wallander birden kendini çok yorgun hissetti. Papazı şaşırtmak için sorularını daha değişik sorması gerektiğini fark etti. Konuya dolambaçlı yollardan değil doğrudan girmesi gerektiğine karar verdi.
“Cemaatinizde Louise Åkerblom’un düşmanları olduğunu biliyorum,” dedi. “Bunu nereden öğrendiğimi boş verin. Ama ben bu konuya ilişkin görüşlerinizi almak istiyorum.”
Tureson karşılık vermeden bir süre ona baktı.
“Düşmanları yok,” dedi. “Ama üyelerimizden biriyle talihsiz bir ilişkisi olduğu doğru.” Ayağa kalkarak pencereye yaklaştı. “Düşünüp duruyordum. Aslında az kalsın dün gece sizi arayacaktım. Ama aramadım. Demek istediğim, herkes Louise’in geri gelmesini ümit ediyor. Yani tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olması için dua ediyorlar. Ama öte yandan endişem her geçen gün daha da artıyor. Bunu yadsıyamam.” Yerine geçip oturdu. “Kilisemin diğer üyelerine karşı da sorumluluklarım var,” dedi. “İleride tümüyle yanlış değerlendirilecek şeyler söylemek istemiyorum.”
“Bu konuşma yasal bir sorgulama değil ki,” dedi Wallander. “Söyledikleriniz burada kalacak. Not tutmuyorum.”
“Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum,” dedi Papaz Tureson.
“İçinizden geldiği gibi konuşun,” dedi Wallander. “En basit cümlelerle.”
“İki yıl önce kilisemize biri katılmıştı,” diye başladı Tureson. “Polonya feribotlarından birinde mühendisti, ayinlere gelmeye başladı. Otuz beş yaşında, boşanmış, kolay iletişim kurulabilen biriydi. Cemaat onu kısa zamanda benimseyerek arasına aldı. Yaklaşık bir yıl önce Louise Åkerblom benimle konuşmak istediğini söyledi. Kocası Robert’in bu konuşmadan haberi olmaması için çok ısrar etti. Burada, bu odada oturduk ve cemaatimizin yeni üyesinin kendisine ilanıaşk ettiğini söyledi bana. Aşk mektupları yolluyor ve ona telefon ediyormuş. Louise elinden geldiğince kibar bir şekilde onun duygularına karşılık veremeyeceğini söylemeye çalışmış ama adam ısrar edince Louise ne yapacağını kestiremeyerek benim onunla konuşmam için bana gelmiş. Ben de konuştum ve adam birdenbire değişti, bambaşka biri olup çıktı. Çok öfkelendi, Louise’in kendisini yarı yolda bıraktığını söyledi ve onu kötü etkilemekle suçladı beni. Louise’in kendisini sevdiğini ve kocasını terk etmek istediğini söyledi. Bunlar elbette son derece saçmaydı. Kilise toplantılarına gelmemeye başladı, feribottaki işinden de ayrıldı. Bizler de sonunda onun buradan temelli uzaklaştığını düşünmeye başladık. Cemaate başka bir kente taşındığını ve çok utangaç biri olduğu için de kimseyle vedalaşmadığını söyledim. Bu, Louise’i çok rahatlatmıştı. Ama yaklaşık üç ay önce her şey yeniden başladı. Louise bir akşamüstü onu evlerinin hemen dışında görmüş. Tabii çok şaşırmış ve paniğe kapılmış. Adam yeniden aşkından söz etmeye başlamış. Aslında polise haber vermeyi düşündüğümüzü söylemeliyim. Şimdi, haber vermediğimiz için çok pişmanım doğrusu. Bu, bir rastlantı da olabilir ama her geçen gün endişem ve korkularım artıyor.”
Wallander, sonunda baklayı ağzından çıkardı, diye düşündü. Artık elimde dişimi geçirebileceğim somut bir şey var. Kesik parmağı, telsiz vericisini ve silahları anlamasam bile şimdi elimde bir şey var. Artık kolları sıvamanın zamanı geldi.
“Adamın adı ne?” diye sordu.
“Stig Gustafson.”
“Adresini biliyor musunuz?”
“Hayır, ama sosyal sigorta numasını biliyorum. Kilisenin kaloriferini tamir etmişti, ona bir miktar ödeme yaptığımız için sosyal sigorta numarası var.” Tureson masaya yaklaşarak dosyaları karıştırdı. “570503-0470,” dedi.
Wallander not defterini kapattı. “Bunu bana anlatmakla çok iyi ettiniz,” dedi. “Bunu nasılsa bir şekilde öğrenecektim ama şimdi zaman kazanmış olduk.”
“Louise ölmedi, değil mi?” dedi korku dolu bir sesle Tureson.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Dürüst olmam gerekirse bu sorunun yanıtını bilmiyorum.”
Wallander papazın elini sıkıp kiliseden ayrıldı. Saat on ikiyi çeyrek geçiyordu.
Hiç olmazsa şimdi izleyebilecek bir yolumuz var, dedi kendi kendine.
Koşar adımlarla arabasına binerek merkeze doğru yola çıktı. İş arkadaşlarını bir an önce toplantıya çağırmak için sabırsızlıkla odasına gitti. Masasına otururken telefon çaldı. Arayan yangın yerinde araştırma yapan Nyberg’di.
“Yeni bir şey buldun mu?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama tabancanın modelini öğrendik. Şu uzun kabzalı olanın. ”
“Yazıyorum,” dedi Wallander not defterini telaşla açarak.
“Bunun alışılmışın dışında bir tabanca olduğunu söylerken haklıymışım,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Ülkede bu silahlardan olduğunu bilmiyordum.”
“Daha iyi,” dedi Wallander. “İzini sürmek daha kolay olur.”
“9mm’lik Astra Constable,” dedi Nyberg. “Bir süre önce Frankfurt’taki silah fuarında görmüştüm. Silahlara çok meraklı olduğum için unutmam.”
“Nere malı?” diye sordu Wallander.
“Bunun yanıtı da bir hayli garip,” dedi Nyberg. “Bildiğim kadarıyla bu silahlar yalnızca bir ülkede imal ediliyor!”
“Nerede?”
“Güney Afrika’da.”
Wallander kalemini bıraktı. “Güney Afrika mı?”
“Evet.”
“Neden yalnızca orada?”
“Bir silahın neden bir ülkede gözde olup başka bir ülkede olmadığını bilemem ki! Ama böyle işte.”
“Lanet olsun, Güney Afrika, ha!”
“Bulduğumuz kesik parmakla bir bağlantısı olduğunu artık yadsıyamayız.”
“Güney Afrika malı bir silahın bu ülkede işi ne?”
“Bunu bulmak da senin görevin.”
“Tamam,” dedi Wallander. “Beni hemen araman iyi oldu. Bu konuyu daha sonra yine konuşuruz.”
“Bilmek isteyeceğini düşünmüştüm,” dedikten sonra Nyberg telefonu kapattı.
Wallander yerinden kalkarak pencere kenarına gitti. Birkaç dakika sonra kararını vermişti. Louise Åkerblom’u ve Stig Gustafson’u araştırmaya öncelik verilecekti. Bunun dışındakiler şimdilik bekleyebilirdi.
Elimizde bunlar var, diye geçirdi içinden. Louise Åkerblom’un kaybolmasından yüz on yedi saat sonra bunlar var elimizde.
Ahizeyi kaldırdı. Artık kendini hiç de yorgun hissetmiyordu.
6
Peter Hansson bir hırsızdı. Aslında pek başarılı bir suçlu değildi