olmadığını bilmiyorum. Marsvinsholm’da dün gece çıkan yangından sonra buraya getirilen adam.”
Hemşire dikkatle onu dinliyordu.
“Onunla görüşmek istiyorum. Eğer konuşabilecek durumdaysa tabii ki.”
“Konuşabileceğini sanmıyorum,” diye karşılık verdi hemşire. “Öldü.”
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Öldü mü?”
“Bu sabah uykusunda kalp krizi geçirerek öldü. İsterseniz doktorlardan biriyle konuşun. Size daha ayrıntılı bilgi verebilirler.”
“Buna gerek yok,” dedi Wallander. “Ben onun nasıl olduğuna bakmaya gelmiştim. Artık öğrendim.”
Wallander hastaneden çıkarak kızgın güneşin altında yürüdü.
Ne yapacağını bilemiyordu.
5
Wallander arabasına binip evine doğru giderken eğer mantıklı düşünmek istiyorsa mutlaka yatıp dinlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı çiftçinin ölümünden ne kendisi ne de başka birisi sorumluydu. Sorumlu tutulacak biri varsa o da kolza tarlasında yangın çıkararak hem kendi hem de Salomonsson’un ölümüne neden olan genç kızdı. Tüm bu olaylar Wallander’i oldukça tedirgin ediyordu. Oturma odasındaki telefonu fişten çekerek kanepeye uzandı. Ne var ki bir türlü uyuyamadı. Yarım saat sonra da uyumaktan vazgeçti. Telefonu fişe takarak ahizeyi kaldırdı ve Stockholm’e, Linda’ya telefon etti. Telefonun yanındaki kâğıtta üstü çizilmiş bir sürü telefon numarası vardı. Linda bir yerde uzun süre kalmadığı için telefon numarası sürekli değişirdi. Telefon karşı tarafta uzun uzun çaldı ama açılmadı. Wallander bu kez kız kardeşini aradı. Telefon birinci çalıştan hemen sonra açıldı. Birbirleriyle öyle sıklıkla görüşmezlerdi, görüştüklerindeyse konuştukları tek konu babalarıydı. Wallander bazen babaları öldüğünde kız kardeşiyle olan bu telefon ilişkisinin de sona ereceğini düşünürdü.
Yanıtlarla aslında ikisi de ilgilenmeden karşılıklı bir iki kibar cümle söylediler.
“Aramışsın,” dedi Wallander.
“Babamı merak ediyorum,” diye karşılık verdi kız kardeşi.
“Bir şey mi oldu? Hasta mı?”
“Bilmiyorum. Onu en son ne zaman gördün?”
Wallander hatırlamaya çalıştı.
“Bir hafta önce,” dedi yüreğindeki suçluluk duygusunu bastırmaya çalışarak.
“Onu daha sık görme olasılığın yok mu?”
Wallander kendini savunma ihtiyacı duydu.
“Deliler gibi çalışıyorum. İşler çok yoğun. Elimizde yeterli eleman yok. Elimden geldiğince sık görmeye gidiyorum onu.”
Kız kardeşinin suskunluğu az önce söylediklerine inanmadığını gösterir gibiydi.
“Dün Gertrud’la konuştum,” dedi kız kardeşi, Wallander’in az önce söylediklerinin üstünde durmayarak. “Babamın nasıl olduğunu sorduğumda sanki bana baştan savma bir yanıt verdi gibi geldi.”
“Neden böyle yapsın ki?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.
“Bilmiyorum. Bu yüzden seni aradım ya.”
“Bir hafta önce yine her zamanki gibiydi,” dedi Wallander. “Acelem olduğu ve yanında daha fazla kalamadığım için bana ateş püskürdü. Ama orada olduğum süre boyunca da resim yapmayı sürdürerek sanki benimle konuşacak zamanı yokmuş gibi davrandı. Gertrud her zamanki gibi yaşantısından hoşnuttu. Ama babama nasıl dayandığını doğrusu anlayamıyorum.”
“Gertrud ondan çok hoşlanıyor,” dedi kız kardeşi. “Aşk söz konusu olunca insanlar birçok şeye dayanabiliyor.”
Wallander bu konuşmayı bir an önce bitirmek istiyordu. Kız kardeşi yaşlandıkça ona annelerini hatırlatıyordu. Wallander’in annesiyle hiçbir zaman iyi bir ilişkisi olmamıştı. Çocukluk ve delikanlılık yıllarında annesiyle kız kardeşi birlik olmuş ve babasıyla kendisine cephe almıştı. Aile gözle görünmez iki kampa ayrılmıştı. Wallander o günlerden beri babasına çok yakındı. On sekiz yaşına gelmeden kısa bir süre önce polis olmaya karar vermiş, bu da babasıyla olan ilişkisini olumsuz etkilemeye başlamıştı. Babası oğlunun verdiği bu kararı hiçbir zaman benimsememişti. Ama oğluna, seçtiği bu mesleğe neden karşı çıktığını ya da hangi mesleği seçmesi gerektiğini de açıklamamıştı. Wallander eğitimini tamamladıktan ve Malmö’de devriye polisi olarak göreve başladıktan sonra ilişkilerinde açılan yarık büyümeye başlamıştı. Birkaç yıl sonra da annesinin kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Hastalık hızla ilerlemişti. Ocak ayında annesine kanser teşhisi konulmuş, mayıs ayında da ölmüştü. Kız kardeşi Kristina o yaz evden ayrılıp L.M. Ericsson adındaki bir firmada çalışmak üzere Stockholm‘e taşınmıştı. Orada evlenmiş, boşanmış ve sonra bir kez daha evlenmişti. Wallander kız kardeşinin ilk kocasıyla tanışmıştı ama şimdiki kocasını hiç görmemişti. Linda’nın halasını Kärrtorp’taki evlerinde bir iki kez ziyaret ettiğini biliyordu ama kızının anlattıklarından bu ziyaretlerin pek de iyi geçmediği izlenimine kapılmıştı. Wallander ilişkilerindeki eski soğukluğun hâlâ sürdüğünü hissediyordu. Babası ölünce bu soğukluk daha da artacaktı.
“Bu akşam onu görmeye gideceğim,” dedi Wallander salonun ortasında yerde duran kirli çamaşırlarını düşünerek.
“Dönüşte beni ararsan sevinirim,” dedi Kristina.
Wallander arayacağına söz verdi.
Sonra da Riga’ya telefon etti. Telefon açıldığında Baiba’nın sesini duyacağını sanmıştı. Sonra telefona yanıt verenin İsveççe bilmeyen Baiba’nın Litvanyalı ev sahibi olduğunu fark etti. Hiç konuşmadan telefonu kapattı. Telefon kapanır kapanmaz çalınca birden boş bulunup korkuyla sıçradı.
Ahizeyi kaldırınca Martinson’un sesini duydu.
“Umarım, seni rahatsız etmiyorumdur,” dedi Martinson.
“Gömleğimi değiştirmek için eve gelmiştim.” Wallander evde oluşuna ilişkin neden her zaman bir bahane bulmak zorunda hissettiğini anlayamıyordu. “Bir şey mi oldu?”
“Kayıp insanlara ilişkin birkaç telefon geldi,” dedi Martinson. “Gelen bilgilerle Ann-Britt ilgileniyor.”
“Doğrusunu istersen ben bilgisayarda neler bulduğunu daha çok merak ediyorum.”
“Tüm sabah programı yükledik,” diye karşılık verdi Martinson sıkıntılı bir sesle. “Az önce Stockholm’ü aradım. Sistemin bir saat içerisinde çalışacağını söylediler. Ama adamın sesi bana bunun mümkün olamayacağını söylüyor gibiydi.”
“Acelemiz yok,” dedi Wallander. “Bekleyebiliriz.”
“Malmö’lü doktor aradı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Kadın doktor. Adı Malmström. Senden telefon bekliyor.”
“Neden seninle konuşmadı?”
“Seninle konuşmak istedi. Genç kız ölmeden önce onu en son sen gördüğün için galiba seninle konuşmak istiyor.”
Wallander bir kalem alarak doktorun telefon numarasını yazdı.
“Bugün olay yerine gittim,” dedi Wallander. “Nyberg kan ter içinde çamurların arasında çalışıyordu. Polis köpeklerini bekliyordu.”
“Kendisi de polis köpeği gibidir,” dedi Martinson, Nyberg‘den hoşlanmadığını