şaşkınlıkla başını sallayarak kayığın yanında duran bir poşeti açarak el fenerini çıkardı. Wallander feneri yakıp kayığın altına baktı.
“Lanet olsun,” dedi yanı başındaki Martinson.
Cesedin yüzü kan içindeydi. Ama yine de kafa derisinin yüzüldüğünü görebiliyorlardı ve Lindgren haklı çıkmıştı. Kayığın altındaki çukurda yatan gerçekten de Wetterstedt’di. Yerlerinde doğruldular. Wallander el fenerini uzattı.
“Onun Wetterstedt olduğunu nereden anladınız?” diye sordu.
“Evi burada,” dedi Lindgren, kayığın hemen solundaki yamacın tepesindeki villayı göstererek. “Ayrıca onu herkes tanır. Sürekli televizyona çıkan bir bakandı.”
Wallander kuşkuyla başını salladı.
“Ekibin buraya gelmesi gerek,” dedi Martinson’a. “Git ve onları buraya çağır. Ben burada bekleyeceğim.”
Martinson koşar adımlarla uzaklaştı. Yağmur artmıştı.
“Onu ne zaman buldunuz?” diye sordu Wallander.
“Saatimi takmamışım,” dedi Lindgren. “Ama yarım saatten fazla olduğunu sanmıyorum.”
“Bizi nereden aradınız?”
Lindgren poşeti işaret etti.
“Cep telefonum yanımdaydı.”
Wallander ona ilgiyle baktı.
“Ters dönmüş bir kayığın altında yatıyor,” dedi. “Dışarıdan görülmesi olanaksız. Onu görmek için eğilmiş olmalısınız, değil mi?”
“Bu benim kayığım,” dedi Lindgren sıradan bir sesle. “Daha doğrusu babamın kayığı. İşten gelince genellikle kumsalda yürüyüş yaparım. Yağmur yağmaya başlayınca da torbayı kayığın altına koymak istemiştim. Elim bir şeye takılınca eğilip baktım. Önce bunun bir tahta olduğunu sandım. Sonra ne olduğunu gördüm.”
“Biliyorum bu beni hiç ilgilendirmez ama,” dedi Wallander. “Yine de yanınızda neden el feneri taşıdığınızı merak ettim doğrusu?”
“Sandskogen ormanlarında yazlık evimiz var,” diye karşılık verdi Lindgren. “Myrgången’de. Yeni elektrik hattı çekmeye çalıştığımızdan orada şu anda elektrik yok. Babamla ben elektrikçiyiz.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Burada beklemek zorundayız,” dedi. “Bir süre sonra bu soruları size yeniden soracağız. Herhangi bir şeye dokundunuz mu?”
Lindgren hayır dercesine başını salladı.
“Cesedi sizden başka gören oldu mu?”
“Hayır.”
“Bu kayığı siz ya da babanız en son ne zaman ters çevirmiştiniz?”
Göran Lindgren belleğini yokladı.
“Bir hafta önce,” dedi.
Wallander’in başka sorusu yoktu. Orada öylece ayakta durmuş düşünüyordu. Bir süre sonra kayığın yanından ayrılarak Wetterstedt’in villasına doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı. Kilitliydi. Bunun üzerine dönerek Göran Lindgren’e doğru gitti.
“Bu civarda mı oturuyorsunuz?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi. “Åkesholm’de. Arabamı yolun başına park ettim.”
“Burada oturmamanıza karşın yine de Wetterstedt’in bu evde oturduğunu biliyorsunuz ama?”
“Kumsalda uzun yürüyüşlere çıkardı. Ara sıra da babamla birlikte kayığı onarırken durup bizi izlemişti. Ama bizimle hiçbir zaman konuşmazdı. Bana kalırsa burnu havadaydı, bizleri beğenmezdi.”
“Evli miydi?”
“Babam boşandığını söylemişti bir keresinde. O da galiba bir dergide okumuş.”
Wallander evet dercesine başını salladı.
“Tamam,” dedi. “Poşette sizi yağmurdan koruyacak bir şeyler var mı?”
“Hayır, ama arabada var.”
“O zaman gidin ve onları alıp buraya dönün lütfen,” dedi Wallander. “Polis dışında başkalarını da aradınız mı?”
“Babamı aramam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa bu onun kayığı.”
“Şimdilik kimseyi aramayın,” dedi Wallander. “Telefonu burada bırakın ve arabadan eşyalarınızı alıp buraya gelin.”
Göran Lindgren kendisine söylenilenleri yerine getirdi. Wallander kayığın yanına döndü. Orada öylece durarak burada neler olduğunu algılamaya çalıştı. Olay yerindeki ilk izlenimlerin genellikle yaşamsal önem taşıdığını biliyordu. Daha sonraları, uzun ve sıkıntılı soruşturma sırasında her zaman o ilk izlenimlerine geri dönerdi.
Bazı şeylerden şimdiden emindi. Örneğin Wetterstedt’in kayığın altında öldürülmesi söz konusu bile değildi. Biri onu oraya saklamıştı. Wetterstedt’in villası kumsala çok yakın olduğundan villada öldürülmüş olma olasılığı çok kuvvetliydi. Wallander ayrıca katilin tek başına bu cinayeti işlemediğini de hissediyordu. Cesedi kayığın altına koyabilmek için kaldırmaları gerekmişti. Bu da bir kişinin yapabileceği bir iş değildi. Çünkü kayık eski model ve ahşaptı. Oldukça ağırdı.
Sonra yüzülen kafa derisini düşünmeye başladı. Martinson ne demişti? Göran Lindgren telefonda adamın kafa derisinin yüzüldüğünü mü söylemişti? Wallander kafadaki yaranın başka nedenlerden de olabileceğini aklından geçirdi. Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğünü henüz kimse bilmiyordu. Buna karşın cesedi bulan kişinin katilin kurbanın kafa derisini yüzdüğünü düşünmesi hiç de doğal bir yaklaşım değildi.
Wallander’in kafasında çizdiği tabloya uymayan bir şey vardı. Kendini çok tedirgin hissediyordu. Kafa derisinin yüzülmesine ilişkin bir şey onu işkillendiriyordu.
Wallander bunları düşünürken polis arabaları geldi. Martinson polislere sirenlerini çalıp mavi ışıklarını yakmamalarını söylemekle akıllılık etmişti. Polislerin kumdaki olası izleri bozmamaları için Wallander kayıktan yaklaşık on metre kadar uzaklaştı.
“Kayığın altında bir erkek cesedi var,” dedi Wallander polisler yanına gelince. “Bir zamanlar hepimizin amiri olan Gustaf Wetterstedt’in cesedi. Benim yaşımda olanlar onun adalet bakanı olduğu günleri hatırlar. Emekli olunca buraya yerleşmiş. Şimdi de öldü. Öldürüldüğünü varsayıyoruz. Onun için de bölgeyi kordon altına alarak işe başlamalıyız.”
“Neyse ki bu akşam maç yok,” dedi Martinson.
“Bu cinayeti işleyen her kimse onun da futbol hastası olduğu ortada.”
Dünya Kupası turnuvasından söz edilmesi yüzünden sinirlenmişti. Ama yine de duygularına hâkim oldu.
“Nyberg de az sonra burada olur.” Martinson arkadaşının kızmaya başladığını hissetti.
“Bu cinayet üstünde tüm gece çalışmak zorunda kalabiliriz. Bir an önce başlasak iyi olacak.”
Svedberg’le Ann-Britt Höglund ilk arabalarla, Hansson da onların hemen arkasından olay yerine ulaştı. Göran Lindgren üstünde sarı bir yağmurlukla geri geldi. Svedberg not alırken bir kez daha cesedi nasıl bulduğunu anlattı. Yağmur iyice hızlandığından kum tepeciğinin üstündeki bir ağacın altında duruyorlardı. Daha sonra Wallander, Lindgren’e beklemesini söyledi. Kayığı düzeltmek istemediğinden doktorun kayığın