yanındaki masada bir telefon vardı.
“Çalışma odasında da bir telefon var,” dedi Wallander. “Sen oraya bak, ben de burayı bir araştırayım.”
Wallander telefonun durduğu masaya yaklaştı. Telefonun yanında televizyonun uzaktan kumandası duruyordu. Wetterstedt telefonda konuşurken bir yandan da televizyon izliyordu, diye geçirdi içinden. Tıpkı benim gibi. Telefonda konuşurken kanal değiştirmekten hoşlanan insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Telefon defterlerini karıştırdı ama özel bir not ya da başka bir şey bulamadı. Sonra telefon masasının arkasındaki küçük çalışma masasının iki çekmecesini dikkatle açtı. Çekmecelerin birinde bir pul albümü, diğerinde de birkaç kutu yapıştırıcıyla bir kutu peçete halkası vardı.
Çalışma odasına doğru giderken telefon çaldı. Durdu. Aynı anda da Höglund çalışma odasının kapısında belirdi. Wallander yavaşça köşedeki kanepeye oturarak ahizeyi kaldırdı.
“Alo,” dedi bir kadın sesi. “Gustaf? Neden beni aramadın?”
“Kimsiniz?” diye sordu Wallander.
Kadının sesi birden ciddileşti.
“Ben Gustaf Wetterstedt’in annesiyim. Kiminle konuşuyorum?”
“Ben, Ystad emniyetinden Kurt Wallander.”
Yaşlı kadının nefesini duyabiliyordu. Gustaf Wetterstedt’in annesi olduğuna göre kadının gerçekten de çok yaşlı olması gerektiğini düşündü. Yanı başında duran Höglund’a bakarak yüzünü buruşturdu.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu yaşlı kadın.
Wallander nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Kurbanın yakın akrabalarına bu ani ölümü telefonda söylemek için bazı yazılı ve yazılı olmayan kurallar vardı. Ama bunlar için artık çok geçti çünkü az önce polis olduğunu ve adını söylemişti.
“Alo?” dedi yaşlı kadın. “Orada mısınız?”
Wallander karşılık vermedi. Çaresizlikle Höglund’a baktı. Daha sonra da nedenini hiçbir zaman tam olarak anlayamadığı bir şey yaptı. Telefonu kapattı.
“Kimdi?” diye sordu Höglund.
Wallander başını iki yana sallayarak karşılık vermedi. Sonra da ahizeyi kaldırarak Kungsholm’deki Stockholm emniyet müdürlüğüne telefon etti.
7
Akşam saat dokuzu biraz geçe Gustaf Wetterstedt’in telefonu bir kez daha çaldı. O vakte kadar Wallander, Stockholm’deki meslektaşlarından biri aracılığıyla Wetterstedt’in ölümünün annesine bildirilmesini sağlamıştı. Wallander’i Östermalm emniyetinden Hans Vikander diye biri aradı. Birkaç güne kadar, 1 Temmuz’da, eski adı değiştirilip “Şehir Polisi” olacakmış.
“Haber verildi,” dedi Vikander. “Kadıncağız çok yaşlı olduğu için bir rahiple birlikte gittik. Doksan dört yaşında olmasına karşın haberi çok sakin karşıladı.”
“Belki de o yaşta olduğu için sakin karşılamıştır,” dedi Wallander.
“Şimdi de Wetterstedt’in iki çocuğunun izini bulmaya çalışıyoruz,” diye sürdürdü konuşmasını Vikander. “Büyük oğlu New York’ta Birleşmiş Milletler’de çalışıyor. Kızıysa Uppsala’da yaşıyormuş. Bugün akşama kadar onlara ulaşmayı umuyoruz.”
“Peki ya eski karısı?” diye sordu Wallander.
Vikander alayla sordu. “Hangisi? Adam üç kez evlenmiş.”
“Üçü de,” dedi Wallander. “Daha sonra onlarla bağlantı kuralım.”
“İlgini çekebileceğini düşündüğüm bir şey daha var,” dedi Vikander. “Annesiyle konuştuğumuzda oğlunun kendisini her akşam saat tam dokuzda aradığını söyledi bize.”
Wallander saatine baktı. Dokuzu üç geçiyordu. O anda da Vikander’in söylediklerinin önemini algıladı.
“Dün aramamış,” diye devam etti Vikander. “Dokuz buçuğa kadar beklemiş. Sonra da kendisi aramış. On beş kez çaldırmasına karşın telefon açılmamış.”
“Peki, ya daha önceki gece?”
“Hafızası o kadar iyi değil. Unutma, kadın doksan dört yaşında. Yakınlardaki olayları hiç iyi hatırlamadığını söyledi.”
“Başka bir şey söyledi mi?”
“Daha fazla rahatsız etmek istemedik.”
“Onunla yeniden konuşmalıyız,” dedi Wallander. “Seninle tanıştığına göre, oraya yine senin gitmen iyi olur.”
“Temmuzun ikinci haftası izne çıkıyorum,” dedi Vikander. “O zamana dek sorun yok.”
Wallander telefonu kapatırken Höglund içeri girdi. Posta kutusuna bakıp gelmişti.
“Bugünün ve dünün gazeteleri. Telefon faturası. Özel bir mektup falan yoktu. Uzun zamandan beri o kayığın altında yattığını sanmıyorum.”
“Evi bir kez daha dolaş,” dedi Wallander kanepeden kalkarak. “Yerinde olmayan bir şey var mı bir kez daha bak. Ben de kumsala gidip cesede bakacağım.”
Yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander koşarak arka bahçeden geçerken birden o akşam babasını görmeye gideceğini hatırladı. Yüzünü buruşturarak eve geri döndü.
“Bana bir iyilik yap,” diye seslendi Höglund’a içeri girerken. “Babamı ara ve çok acil bir soruşturmaya katılmak zorunda kaldığımı söyle. Kim olduğunu sorarsa ona yeni müdür olduğunu söylersin.”
Höglund tamam dercesine başını sallayarak gülümsedi. Wallander ona babasının telefon numarasını verdi. Sonra da yeniden dışarı çıktı.
Cinayet yeri projektörlerle aydınlatılmıştı. Yoğun bir tedirginlik duygusuyla Wallander geçici olarak konulan plastik örtünün altına girdi. Gustaf Wetterstedt’in cansız bedeni bir muşambanın üstünde yatıyordu. Doktor elindeki feneri Wetterstedt’in boğazına tutmuş inceliyordu. Wallander’in içeri girdiğini görünce durdu.
“Nasılsın?” diye sordu.
Doktor ağzını açıp konuşuncaya dek Wallander onu tanımamıştı. Bu birkaç yıl önce kalp krizi geçirdiğini sanıp acil servise geldiğinde kendisini tedavi eden doktordu.
“Bu olayın dışında, iyiyim,” diye karşılık verdi Wallander. “Tekrar aynı sıkıntıları yaşamadım.”
“Söylediklerimi yaptın mı?” diye sordu doktor.
“Elbette hayır,” diye mırıldandı Wallander.
Bir kez daha cesedin yüzüne baktı. Pıhtılaşmış kanla kaplı olmasına karşın bu yüzde inatçı ve acımasız bir ifade vardı. Wallander eğilerek saçla derinin kesildiği yere, alnın üst tarafındaki yaraya baktı.
“Nasıl ölmüş?”
“Belkemiğine yediği güçlü bir balta darbesiyle,” diye karşılık verdi doktor. “Hemen ölmüş olmalı. Kürek kemiğinin hemen altında belkemiği ciddi bir darbe yemiş. Büyük olasılıkla yere düşmeden öldü.”
“Bunun evde olmadığından emin misin?”
“Öyle sanıyorum. Belkemiğine vurulan darbe hemen arkasında duran biri tarafından gelmiş olmalı. Bence belkemiğine yediği darbenin gücüyle öne doğru düşmüş. Ağzında ve gözlerinde kum var. Büyük olasılıkla buralarda bir yerde olmuş olmalı.”
“O zaman buralarda