bir süre sonra konuşmaya başladı.
“Beş ya da altı benzin şişesi bulundu. Bu da genç kızın Salomonsson’un kolza tarlasına bir araçla geldiğini gösteriyor. O kadar şişeyi elinde taşıyamaz. Tabii oraya birkaç kez gidip gelmemişse. Göz önünde bulundurmamız gereken bir başka olasılık daha var. O da kızın oraya tek başına gelmediği. Ama bu olasılık pek mantıklı değil. Kendisini yakmak isteyen genç bir kıza kim yardım etmek ister ki?”
“Benzin şişelerini inceleyebiliriz,” dedi Nyberg kuşku dolu bir sesle. “Ama bunun gerekli olduğundan emin değilim.”
“Kızın kim olduğunu bilmediğimiz sürece bizi kıza götürebilecek her ipucunu sonuna kadar değerlendirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander. “Başka bir yerden gelmiş de olabilir.”
“Salomonsson’un ahırına bakan oldu mu?” diye sordu Höglund. “Benzin şişeleri orada depolanmış olabilir.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Biri gidip bir baksın,” dedi.
Bu işi Höglund üstlendi.
“Martinson’un elde edeceği sonuçları beklememiz gerek,” dedi Wallander toplantıyı kapatmaya hazırlanarak. “Ve Malmö’deki pataloğun raporunu. Yarın bize kızın tam yaşını bildirecekler.”
“Altın kolye ne olacak?” dedi Svedberg.
“Kolyenin üzerindeki harfleri çözünceye ya da bir ipucu yakalayıncaya kadar bekleyeceğiz,” dedi Wallander.
Birden ta başından beri bir şeyi gözden kaçırdığını fark etti. Kızın arkada bıraktığı mutlaka birileri olmalıydı. Onun için yas tutan birileri. Onun yanan bir meşale gibi koştuğunu asla unutmayacak, olayı kendisinden çok daha farklı değerlendiren birileri mutlaka olmalıydı.
Toplantıdan sonra herkes işinin başına döndü. Svedberg araba hırsızlarına ilişkin soruşturma belgelerini almak için Wallander’in odasına gitti. Wallander ona dosyayla ilgili kısa ama öz açıklamada bulundu. İşleri bittiğinde Svedberg yerinden kalkmadı. Wallander onun konuşmak istediği bir şey olduğunu hissediyordu.
“Bir ara mutlaka bir araya gelmeli ve konuşmalıyız,” dedi Svedberg duraksayarak. “Teşkilatta olan bitenlerle ilgili.”
“Eleman sıkıntısından mı, yoksa zanlıların gözaltına alınması işini güvenlik şirketlerinin üstlenmesinden mi söz etmek istiyorsun?”
Svedberg asık bir yüzle başını evet dercesine salladı.
“Eğer işlerimizi eskisi gibi yapamazsak yeni üniformaların bize ne gibi bir yararı dokunur?”
“Bu konuyu konuşmakla bir yere varabileceğimizi sanmıyorum,” dedi Wallander baştan savma bir şekilde. “Bu konularla ilgilenmesi gereken bir sendikamız var.”
“Hiçbir şey yapmasak bile karşı çıkmalıyız,” dedi Svedberg. “Olacakları sokakta halkla konuşmalıyız.”
“Bence herkesin yeterince sorunu var,” diye karşılık verdi Wallander ama aynı zamanda da Svedberg’in haklı olduğunu biliyordu. Emniyetteki eleman kesintisinden kamuoyunun da haberdar edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Svedberg ayağa kalktı. “Hepsi bu kadardı.”
“Bir toplantı düzenle,” dedi Wallander. “Toplantıya katılacağıma söz veriyorum. Ama bu toplantıyı yapmak için yazın bitmesini bekle.”
“Düşünürüm,” dedikten sonra Svedberg kolunun altına araba hırsızlığı dosyalarını sıkıştırarak odadan çıktı.
Saat beşe çeyrek vardı. Wallander pencereden dışarı bakınca yağmur yağdığını gördü.
Löderup’ta yaşayan babasını görmeye gitmeden önce pizza yemeye karar verdi. Bu kez haber vermeden gitmek istiyordu.
Emniyetten çıkmadan önce bilgisayarının başında çalışan Martinson’u görmeye gitti.
“Geç saatlere kadar çalışma.”
“Ama hâlâ bir şey bulamadım,” diye karşılık verdi Martinson.
“Yarın görüşürüz.”
Wallander yağmurun altında arabasına doğru gitti.
Tam otoparktan çıkarken Martinson’un ellerini sallayarak arabaya doğru koştuğunu gördü. Kızın kim olduğunu bulduk, dedi içinden. Camı açtı.
“Kızı buldun mu?”
“Hayır,” dedi Martinson.
Ancak o zaman Wallander, Martinson’un yüzündeki ciddi ifadeyi gördü. Önemli bir şey olmalıydı. Arabadan inerek, “Ne oldu?” diye sordu.
“Bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Sandskogen dışındaki kumsalda bir ceset bulunmuş.”
Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. İzne çıkmamı bekleyemez miydi?
“Cinayet galiba,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Arayan adam böyle söyledi. Adam alışılmışın dışında çok sakindi ama ben onun şok geçirdiğini sanıyorum.”
“Oraya gitmeliyiz,” dedi Wallander. “Ceketini al, yağmur yağıyor.”
Martinson kıpırdamadı.
“Arayan adam kurbanın kim olduğunu biliyordu.”
Wallander, Martinson’un söyleyeceklerinin korkunç bir şeyler olduğunu iliklerinde hissetti.
“Kurbanın Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı.”
Wallander, Martinson’a baktı.
“Bir daha söyle.”
“Kurbanın Gustaf Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı. Başka bir şey daha söyledi. Adamın kafasının derisinin yüzülmüş gibi durduğunu.”
Şaşkınlıkla bakıştılar.
22 Haziran Çarşamba günü saat beşe iki dakika vardı.
6
Kumsala ulaştıklarında yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander, Martinson’un koşarak gidip ceketini almasını beklemişti. Kumsala giderlerken yol boyunca çok az konuşmuşlardı. Adres Martinson’daydı. Tenis kortlarını geçtikten sonra soldaki dar sokağa saptılar. Wallander kendilerini neyin beklediğini merak ediyordu. Korktuğu başına gelmişti. Emniyeti arayan adam eğer haklı çıkarsa tatilinin tehlikede olduğunu düşündü. Hansson tatilini ertelemesi için baskı yapacak, sonunda da bu baskılara dayanamayıp pes edecekti. Haziran sonuna kadar masasının üstündeki tüm acil işlerin temizlenmesini umarken şimdi umutlarının suya düşmesinden korkuyordu.
Rüzgârın yığdığı kum tepeciklerini görünce durdular. Bir adam yanlarına yaklaştı. Wallander adamın otuz yaşından fazla olmadığını görünce şaşırdı. Eğer öldürülen kişi gerçekten de Wetterstedt’se adalet bakanı emekli olup köşesine çekildiğinde bu adam on yaşından büyük olmamalıydı. Wallander de o günlerde genç bir polisti. Arabada kumsala doğru gelirlerken Wetterstedt’in yüzünü gözlerinin önüne getirmeye çalışmıştı. Saçlarını her zaman kısacık kestirirdi ve çerçevesiz gözlükler takardı. Wallander eski adalet bakanının her zaman güven dolu, hata kabul etmeyen, hoşgörüsüz sesini hayal meyal hatırlıyordu.
Onlara haber veren adamın adı Göran Lindgren’di. Üstünde şort ve ince bir kazak vardı. Çok heyecanlıydı. Adamın peşinden, boş kumsala doğru yürüdüler. Göran Lindgren onları ters dönmüş bir kayığın yanına götürdü. Kayığın altında derin bir çukur kazılmıştı. “Burada,” dedi Lindgren