lazım şu noktada.”
“Onu kim arabayla götürdü?” dedi Martinson. “Eğer bunu bilirsek, onu kimin öldürdüğünü de biliriz, nedenini bilmesek de.”
“Oraya daha sonra geleceğiz,” dedi Wallander. “Benim fikrim şu: Persson, Hökberg’in ölmüş olmasını, onu öldüren kişi haricinde kimseden duymuş olamaz. Ya da en azından bir tanık haricinde.” Holgersson’a baktı. “Demek ki olan biteni çözmek için anahtarımız Persson. 18 yaşından küçük ve yalan söylüyor. Şimdi ortalığı biraz alevlendirsek iyi olur. Hökberg’in ölümünü nereden öğrendiğini bilmek istiyorum.” Wallander ayağa kalktı. “Sorgusunda ben yer almayacağım için diğer işlerle ilgilenmeye gidiyorum.”
Odadan çıktı, bu çıkışından memnundu. Çocukça bir gösteriye girmişti, farkındaydı ancak hedefi vurduğuna inanıyordu. Persson’la konuşma sorumluluğunun Höglund’a verileceğini tahmin etti. Höglund ne soracağını biliyordu, Wallander’in onu hazırlamasına gerek yoktu.
Wallander paltosunu alıp çıktı. Vaktini, bir şeyi kontrol etmekle geçirecekti. Emniyetten çıkmadan önce vaka dosyasından iki fotoğrafı alıp cebine koydu. Şehir merkezine doğru yürüdü. Olayda bir nokta hâlâ canını sıkıyordu. Hökberg neden öldürülmüştü ve cinayet neden Skåne’nin büyük kısmı elektriksiz kalacak şekilde işlenmişti? Maksatlı mıydı bu, yoksa şans eseri mi olmuştu?
Wallander meydandan karşıya geçti, Hamn Caddesi’ne vardı. Hökberg ve Persson’un bira içtikleri restoran henüz açılmamıştı. Wallander pencereden içeriye şöyle bir baktı. İçeride birisi vardı ve tanıdığı bir adamdı. Wallander cama tıklattı. Adam tezgâhın arkasındaki işini yapmaya devam etti. Wallander cama daha sert vurdu, adam kafasını kaldırıp baktı. Wallander’i tanıyınca gülümsedi, gidip kapıyı açtı.
“Saat daha dokuz bile değil,” dedi. “Pizza mı istiyorsun?”
“Sayılır,” dedi Wallander. “Bir fincan kahve iyi olurdu. Seninle konuşmam lazım.”
István Kecskeméti, 1956 yılında Macaristan’dan İsveç’e gelmişti. Ystad’da birkaç tane restoran işletmişti ve Wallander yemek pişirmeye hâli yoksa burada yemeyi alışkanlık edinmişti. Adam çok konuşurdu ama Wallander onu seviyordu. Aynı zamanda Wallander’in diyabetinden haberi olan az sayıda insandan biriydi.
“Çok sık uğramıyorsun,” dedi István. “Sen geldiğinde de kapalı oluyoruz. Demek ki yemek dışında bir şey istiyorsun.” Kollarını kaldırıp iç geçirdi. “Herkes István’dan yardım istiyor. Spor kulüpleri, hayır dernekleri, hayvan mezarlığı açmak isteyen birisi… hepsi para istiyor. Karşılığında reklamını yaparız diye vaatlerde bulunuyorlar. Peki ama bir hayvan mezarlığına reklam vermek bir pizzacının ne işine yarayacak? Belki sen de başka bir şey istiyorsundur? İsveç emniyet teşkilatına bağış mı?”
“Birkaç soruya cevap vermen kâfi,” dedi Wallander. “Geçen salı burada mıydın?”
“Ben hep buradayım. Ama geçen salının üstünden çok zaman geçti.”
Wallander iki fotoğrafı masaya koydu. Işık loştu.
“Bu yüzlerden birini tanıyor musun, bak bakalım.”
István fotoğrafları bara götürdü. Uzun bir süre baktıktan sonra, “Galiba,” dedi.
“Taksici cinayetini duydun mu?”
“Berbat ya, nasıl olmuş? Hem de gencecik insanlar.” Derken István bağlantıyı kurdu. “Bu ikisi mi?”
“Evet. O akşam buradalarmış. Hatırladığın her şeyi anlatabilirsen çok iyi olur. Nerede oturuyorlardı, yanlarında kim vardı, öyle şeyler.”
István o akşamı anımsamaya çalışırken Wallander bekledi. Fotoğrafları aldı, restoranda dolaşmaya başladı. Yavaş yavaş yürüdü, bir şey arıyor gibiydi. Müşterilerini arıyor, diye düşündü Wallander. Ben olsam ben de böyle yapardım. Bakalım, onları bulacak mı?
István cam kenarındaki masada durdu. Wallander o masaya doğru yürüdü.
“Bence burası,” dedi István.
“Kim hangi sandalyede oturuyordu?”
István sıkıntılı durdu. Wallander gene bekledi, István iki tur attı, yürüdü, geldi. Sonra sanki menüyü verir gibi Hökberg ve Persson’un fotoğraflarını sandalyelerine koydu.
“Emin misin?”
“Evet.”
Ancak Wallander adamın alnını çattığını gördü. István hâlâ bir şey hatırlamaya çalışıyordu.
“O akşam bir şey olmuştu,” dedi. “Kızları hatırlıyorum çünkü biri bana on sekiz yaşında değilmiş gibi geldi.”
“Değildi,” dedi Wallander. “Ama boş ver şimdi.”
Wallander bekledi. István’ın nasıl hatırlama gayretinde olduğunu gördü.
“O akşam bir şey oldu,” dedi adam tekrar. Sonra ne olduğunu hatırladı. “Yer değiştirdiler,” dedi. “Bir ara kalkıp yer değiştirdiler.”
Wallander, Hökberg’in akşamın ilk yarısını geçirdiği sandalyeye oturdu. Oradan bir duvar ve sokağın üstündeki bir pencere görünüyordu. Restoranın büyük kısmı arkasındaydı. Yer değiştirdiği zaman ön kapıyı görebildi. Bir sütun ve sedirli bir masa dükkânın geri kalan kısmının çoğunu sakladığı için ancak bir masayı net seçebiliyordu, iki kişilik bir masayı.
“Şurada oturan var mıydı?” dedi, masaya işaret ederek. “Kızlar yer değiştirdiğinde orada oturan biri var mıydı?”
“Aslında evet,” dedi István. “Birisi içeri girip orada oturmuştu ama onlar yer değiştirince miydi, değil miydi, emin değilim.”
Wallander nefesini tuttuğunu fark etti. “Adamı tarif edebilir misin? Onu tanıyor muydun?”
“Onu daha önce hiç görmemiştim ama tarif etmesi kolay.”
“Nasıl yani?”
“Şey, adam Çinliydi. Ya da en azından Asyalı görünüyordu.”
Wallander önemli bir şeye yaklaşıyordu.
“Kızlar taksiye binip gittikten sonra burada kaldı mı?”
“Evet, en azından bir saat daha oturdu.”
“İletişim kurdular mı?”
István olumsuz anlamda başını salladı. “Bilmiyorum. Görmedim ama olabilir.”
“Adam hesabını nasıl ödedi, hatırlıyor musun?”
“Galiba kredi kartıyla ödedi ama emin değilim.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Slipini bulmanı istiyorum.”
“Gönderirim sana. American Express, yanlış hatırlamıyorsam.”
“O zaman senin nüshanı buluruz,” dedi Wallander.
İçinde bir telaş duydu. Sonja Hökberg sokaktan gelen birinin dükkâna girdiğini gördü, diye düşündü. Onu görebilmek için arkadaşıyla yer değiştirdi. Adam Asya kökenliydi.
“Senin aradığın şey nedir?” diye sordu István.
“Ben sadece ne olduğunu anlamaya çalışıyorum,” dedi Wallander. “Bundan daha öteye geçemedim.”
István’a veda edip restorandan çıktı. Asya kökenli bir adam, diye düşündü. Güçlü bir endişe dalgası Wallander’i ele geçirdi, daha hızlı yürümeye başladı.
11
Wallander