bir sabırsızlığa kapıldı. Emniyeti aradığında telefonu Irene açtı.
“Bugünlük eve geldiğimi söylemek istedim,” dedi. “Soğuk algınlığım devam ediyor.”
“Hansson seni soruyordu, Nyberg de. Ayrıca bir sürü gazeteden insanlar.”
“Ne istiyorlar?”
“Gazeteler mi?”
“Hayır, Hansson ve Nyberg.”
“Söylemediler.”
Herhâlde gazete şu anda önündedir, diye düşündü Wallander. O ve diğer herkes. Muhtemelen başka konu da kalmamıştır. Hatta kimileri o lanet Wallander sonunda hak ettiğini buldu diye seviniyordur.
Irene’den onu Hansson’un odasına bağlamasını istedi. Hansson’un cevap vermesi uzun sürdü. Wallander, Hansson’un büyük ödül kazanacağım diye karmaşık at yarışı programlarını önüne serdiğini ancak küçük bir ikramiyenin ötesine geçmeyecek kuponlar yaptığını düşündü.
“Atlar ne yapıyormuş?” diye sordu Wallander, Hansson telefonu açınca.
Akşam gazetesindeki haberin onu etkilemediğini göstermek için söylemişti bunu.
“Ne atı?”
“Bu aralar at yarışı oynamıyor musun?”
“Hayır, şu sıralar değil. Neden sordun?”
“Sadece bir şakaydı. Sen bana ne sormak istemiştin?”
“Odanda mısın?”
“Evdeyim, üşütmüşüm.”
“Arabalarımızın hangi saatlerde o yoldan geçip döndüğünü bulduğumu söylemek için aramıştım. Sürücülerle konuştum, kimse Hökberg’i görmemiş. Yolun o kısmında toplamda dört kez geçilmiş.”
“Demek ki yürümedi. Birisi bırakmış olmalı. Emniyetten çıkar çıkmaz, ilk yaptığı birisini aramak olmuş. Ya da ilk iş birisinin evine yürüdü. Umarım Ann-Britt, Persson’a bunu sormayı akıl etmiştir yani Hökberg’i kimin arabayla bırakmış olabileceğini. Ann-Britt ile konuştun mu?”
“Vaktim olmadı.”
Bir sessizlik oldu. Wallander konuyu ilk açan olmaya karar verdi.
“Gazetedeki o fotoğraf pek hoş değildi, sanırım.”
“Değildi.”
“Asıl soru, bir gazeteci nasıl oluyor da emniyetin koridorlarında geziniyor. Basın toplantılarında her zaman grup olarak içeri alınırlar.”
“Sen de fotoğraf çeken birileri olduğunu fark etmemişsin, ne garip.”
“Bugünkü makineleri fark etmek kolay değil.”
“Tam olarak ne oldu?”
Wallander ona olanı anlattı. Holgersson’a anlatırken kullandığı kelimelerin aynısını kullandı.
“Hiç tanık yok muydu?” dedi Hansson.
“Fotoğrafçı haricinde hiç kimse yoktu, o da yalan söyler zaten. Yoksa fotoğrafı beş para etmez.”
“Kamuya açıklama yapıp kendi açından olanları anlatmak zorundasın.”
“Sence ne faydası olur? Bir anne ve kızının sözüne karşılık yaşlı bir polisin sözü? Asla işe yaramaz.”
“Sözü geçen bu kızın bir katil olduğunu unutuyorsun.”
Wallander bunun sahiden işine yarayıp yaramayacağını düşündü. Aşırı güç kullanan bir polis, her zaman ciddi bir meseleydi. Bu, Wallander’in şahsi fikriydi. Olayın ayrıntılarının da sıra dışı oluşu işini kolaylaştırmıyordu.
“Bir düşüneceğim,” dedi ve Hansson’dan onu Nyberg’e bağlamasını istedi.
Nyberg hatta bağlanınca Wallander viski şişesinden birkaç yudum daha almıştı, artık çakırkeyifti ve göğsündeki daralma hissi de yok olmuştu.
“Gazeteyi gördün mü?” dedi Wallander.
“Hangi gazeteyi?”
“Resim olan? Persson denen kızın resmi?”
“Akşam gazetelerini okumam ama duydum. Annesini dövüyormuş galiba.”
“Resmin altındaki yazıda öyle demiyor.”
“Ne fark eder o zaman?”
“Fark şu, başım büyük belada. Lisa resmî bir kovuşturma başlatacak.”
“O zaman gerçek ortaya çıkar. İstediğin bu değil mi?”
“Medya bunu yer mi diye merak ediyorum. Tazecik, güzel yüzlü bir katil kız dururken ihtiyar bir polisi kim takar?”
Nyberg şaşırmıştı. “Gazetelerde ne yazdığını ne zamandan beri umursar oldun?”
“Belki hâlâ umursamıyorum. Ama genç bir kıza yumruk attığımı söyleyen bir fotoğraf yayınlamaları başka bir olay.”
“İyi de kız cinayet işledi.”
“Yine de kendimi rahat hissetmiyorum.”
“Unutulur gider. Bak, sadece şunu söylemek istedim, araba izlerinden biri Moberg’in arabasına ait. Yani biri hariç bütün lastik izlerinin sahibi bulundu ama o bilinmeyen araç sahibi sıradan lastik kullanıyor.”
“Yani birisi onu oraya arabayla götürmüş, bunu biliyoruz ve onu orada bırakmış.”
“Bir şey daha var,” dedi Nyberg. “Kızın çantası.”
“Ne olmuş?”
“Çanta neden o kadar uzaktaydı merak ettim, ta çitlerin oradaydı.”
“Sence birisi alıp oraya fırlatmamış mı?”
“Tamam da neden? Bizim bulamayacağımızı düşünmüyordu herhâlde.”
Nyberg haklıydı. Önemli bir noktaydı bu.
“Yani, çantayı neden yanında götürmemiş? Özellikle de cesedin teşhis edilmemesini umuyorsa.”
“Aynen.”
“Cevap ne olabilir?”
“Onu bulmak senin işin. Ben sana elimizdekileri aktarıyorum. El çantası trafo binasından 15 metre uzaktaydı.”
“Başka bir şey var mı?”
“Yok.”
Konuşma sona ermişti. Wallander viski şişesini kavradı ama hemen yerine koydu. Yeterince içmişti. Eğer biraz daha içerse fazla ileri gitmiş olacaktı ve o noktayı düşünmek bile istemiyordu. Oturma odasına yürüdü. Gün ortasında evde olmak çok tuhaftı. Emeklilik böyle bir duygu muydu acaba? Bunu düşününce içi titredi. Pencere kenarına yürüyüp sokağa baktı. Hava kararmaya başlıyordu. Wallander, ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili onu ziyarete gelen doktoru düşündü. Wallander ertesi gün patoloğu aramaya ve ona Enander’in söylediklerini aktarmaya karar verdi. Bu yeni bilgi bir şeyi değiştirmeyecekti ama en azından edindiği bu bilgiyi yerine iletmiş olurdu.
Nyberg’in, Hökberg’in çantası hakkında söylediklerini düşünmeye koyuldu. Geriye sahiden bir sonuç kalıyordu ve bu da Wallander’in en aç soruşturmacı içgüdülerini kabartıyordu. Çanta oraya bırakılmıştı çünkü birisi çantanın bulunmasını istemişti.
Wallander koltuğa oturup bunu kafasında evirip çevirdi. Bir ceset tanınmayacak hâle gelecek şekilde yanabilir, diye düşündü. Özellikle de kontrol edilemez yüksek voltajlı bir elektrik akımıyla yanmışsa. Elektrikli sandalyeye mahkûm edilen birisi içten yanarak kaynar. Hökberg’in