hakkında bir şey öğrenebildin mi?”
Susann Bexell kafasını kaldırıp baktı.
“Kadın olduğunu anlayacak kadarını.”
“Emin misin?”
“Evet ama şimdi başka soru cevaplamayacağım.”
“Sadece bir soru daha. Buraya vardığında ölü müymüş, yoksa elektrik çarpınca mı ölmüş?”
“Onu henüz bilmiyorum.”
Wallander düşüncelere daldı ve arkasını döndü. Kurbanın erkek olduğunu düşünmüştü.
Tam o anda demir kapıların arasını araştıran teknisyen elinde bir nesneyle Nyberg’e doğru geldi. Wallander yanlarına gitti. Bu bir kadın çantasıydı. Wallander çantaya uzun uzun baktı. Önce yanıldığını sandı. Ardından daha önce bir yerde gördüğünü hatırladı. Tam net olmak gerekirse, dün görmüştü.
“Çitin kuzey tarafında gördüm,” dedi adı Ek olan teknisyen.
“İçerideki ceset kadın mıymış?” diye sordu Nyberg şaşkınlıkla.
“Sırf o da değil,” dedi Wallander. “Artık kim olduğunu biliyoruz.”
Bu çantayı sorgu odasında bir masanın üstünde görmüştü. Meşe yaprağına benzeyen bir tokası vardı. Karıştırmak mümkün değildi.
“Bu çanta Sonja Hökberg’e ait,” dedi. “İçerideki kişi o.”
Saat gece ikiyi on geçiyordu, yağmur hızını arttırmıştı.
8
Gece üç sularında Ystad’daki elektrik kesintisi sorunu çözüldü. Bu sırada Wallander hâlâ teknisyen ekibiyle birlikte trafoda çalışıyordu. Hansson emniyetten onları arayıp müjdeli haberi verdi. Wallander uzaktan, bir ahırın dış ışıklarının yandığını görebiliyordu.
Patoloji uzmanı işini bitirmiş, ceset oradan kaldırılmıştı. Nyberg sonunda adli incelemesini yapabildi. Andersson’dan, trafo binasının içindeki karmaşık ağ ve düğme ağını açıklamasını istemişti. Dışarıdaysa teknisyenler geride iz kalmış mı diye araştırmayı sürdürüyordu. Yağmur, çalışma koşullarını zorlaştırıyordu. Martinson çamurda kayıp dirseğini burktu. Wallander hâlâ soğuktan titriyordu, lastik çizmelerine ihtiyacı vardı.
Ystad’a elektrik verilebildikten kısa süre sonra Wallander, Martinson’u polis arabalarından birine götürdü. Arabada o âna değin topladıkları bilgilerin özetini çıkardılar. Hökberg yaklaşık on üç saat önce emniyetten kaçmıştı. Yürüyüp trafoya ulaşmış olabilirdi ama ne Wallander ne de Martinson bunun mantıklı olduğunu düşünüyordu. Sonuçta burası Ystad’a sekiz kilometre mesafedeydi.
“Onu gören olurdu,” dedi Martinson. “Devriye arabaları onu arıyordu.”
“Bu taraflara doğru gelen devriye arabası var mıymış, gene de sor, öğren bakalım.”
“Diğer seçenek ne?”
“Birisi onu buraya bırakıp gitmiş olabilir.”
İkisi de bunun ne demek olduğunu anlamıştı. Hökberg’in nasıl öldüğü sorusu hâlâ en acil soruydu. İntihar mı etmişti, öldürülmüş müydü?
“Anahtarlar,” dedi Wallander. “Demir kapı zorlanmış ama çelik kapı zorlanmamış. Neden?”
Mantıklı bir açıklama aradılar.
“Anahtarlara erişimi olabilecek herkesin listesi lazım,” dedi Wallander. “Buranın anahtarına sahip herkesin şüpheli sayılmasını ve dün gece ne yaptıklarının öğrenilmesini istiyorum.”
“Parçaları birleştirmekte güçlük çekiyorum,” dedi Martinson. “Hökberg cinayet işliyor. Sonra kendisi cinayete kurban gidiyor? İntihar seçeneği daha mantıklı sanki.”
Wallander cevap vermedi. Birçok şey düşünüyordu ama düşüncelerini birbirlerine bağlayamıyordu. Hökberg’le yaptığı ilk ve tek konuşmayı kafasında evirip çevirip başa sardı.
“Onunla ilk sen konuştun,” dedi Wallander. “Nasıl bir izlenim edinmiştin?”
“Seninkiyle aynı. Hiç pişmanlık duymuyordu, ha bir taksiciyi öldürmüş ha bir böcek öldürmüş, aynı duygular içindeydi.”
“Bu bana intihar gibi gelmiyor. Hiç pişmanlık duymadıysa neden intihar etsin ki?”
Martinson silecekleri kapattı. Andersson’un arabasında beklediğini ve daha ileride Nyberg’in bir projektörün taşınmasına yardım ettiğini görebiliyorlardı. Hareketleri hızlıydı. Wallander onun hem sinirli hem de sabırsız olduğunu anlayabiliyordu.
“Eh, cinayet olduğuna işaret eden herhangi başka ipucu var mı?”
“Yok,” dedi Wallander. “İki ihtimali de gösteren hiçbir işaret yok, dolayısıyla ikisini de değerlendirmeliyiz. Ama bence kazara ölüm seçeneğini eleyebiliriz.”
Bir süre sonra Wallander, Martinson’dan soruşturma ekibinin sabah sekizde emniyette hazır olmasını istedi. Sonra arabadan indi. Yağmur durmuştu. Ne kadar yorgun ve üşümüş olduğunu hissetti. Boğazı ağrıyordu. Trafo binasında ortalığı toparlayan Nyberg’e doğru yürüdü.
“Bir şey buldun mu?”
“Hayır.”
“Andersson’un söyleyecek bir sözü var mı?”
“Hangi konuda? Adli tıp incelemesinde mi?”
Wallander devam etmeden önce içinden sessizce ona kadar saydı.
Nyberg’in aksiliği üstündeydi. Yanlış bir şeyler söylerse, adamla bir daha konuşması imkânsız olurdu.
“Ne olduğunu tespit edemiyor,” dedi Nyberg bir süre sonra. “Güç kesintisine sebep olan bir ceset mi, yoksa canlı bir insan mıydı, bunu ancak patoloji doktoru söyleyebilir. Belki o bile anlayamayabilir.”
Wallander başıyla onayladı. Kol saatine baktı. Saat gece üç buçuktu. Daha fazla kalmanın bir manası yoktu.
“Ben çıkıyorum artık. Ama sabah sekizde toplantımız var.”
Nyberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Wallander orada olacağım demek istediğini algıladı. Sonra Martinson’un notlar aldığı arabaya döndü.
“Gidiyoruz,” dedi. “Beni eve götürmen gerek.”
Sessizce Ystad’a döndüler. Wallander evine girer girmez küveti doldurmaya başladı. Küvet suyla dolarken son ağrı kesicilerini içti ve mutfak masasındaki listeye ekledi. Çaresizce bir daha ne zaman eczaneye uğrayabileceğini merak etti.
Ilık suya girince vücudunun âdeta buzları çözüldü. Bir süre uyukladı, zihni bomboştu ama sonra görüntüler geri geldi. Sonja Hökberg ve Eva Persson. Olayları kafasında yavaş yavaş tekrar canlandırdı. Hiçbir şeyi unutmamak için sakin ve adım adım ilerledi. Mantığa uymuyordu hiçbiri. Lundberg neden öldürülmüştü? Hökberg ve Persson’u bunu yapmaya iten güdü neydi? Rastgele bir dürtü olmadığından emindi. Paraya gerçekten ihtiyaç duymuşlardı ya da olay tamamen başka bir şeydi.
Trafoda buldukları çantanın içinde sadece 30 kron vardı. Soygundan ele geçirdikleri paraya polis el koymuştu.
Hökberg kaçtı, diye düşündü Wallander. Birdenbire bir firar fırsatı görmüştü. Saat sabah ondu. Önceden planlanmış bir şey olamazdı. Emniyetten çıktıktan sonra on üç saat boyunca kayıptı, ta ki sonunda Ystad’ın sekiz kilometre ötesinde cesedi bulununcaya dek.
Oraya nasıl gelmiş,