nefret ediyorum, diye düşündü Wallander içinden. Sadece hoşlanmamak değil. Medyayla yaptığımız bu toplantılar yok mu? Hayatın bir gerçeği, biliyorum ama bundan nefret ediyorum.
İçinden sessizce üçe kadar sayıp başladı.
“Geçen salı akşamı Ystad’da, bir taksi şoförü vahşi bir saldırıya uğradı ve soyuldu. Bildiğiniz üzere adam aldığı yaralar sonucu öldü. O günden beri iki kişi suçu işlemekle itham edildi ve ikisi de suçlarını itiraf etti. Saldırganlardan biri reşit değil, sonuç olarak, bu basın toplantısında isim açıklamayacağız.”
Gazetecilerden biri el kaldırdı.
“İki saldırganın da kadın olduğu doğru mu?”
“O kısma geleceğim, merak etme,” dedi Wallander.
Gazeteci, genç ve ısrarcıydı. “Bu basın toplantısı saat birde başlayacaktı. Saat bir buçuğu geçti. Bizim de yetiştirmemiz gereken işler olduğunu es geçiyorsunuz herhâlde.”
Wallander bu soruyu duymazdan geldi.
“Dolayısıyla bu dava dosyası bir cinayet,” dedi. “Bunun olağan dışı, vahşice işlenmiş bir cinayet olduğunu saklamaya hiç gerek yok. Bu yüzden de soruşturmayı bu kadar hızlı çözüme kavuşturabilmek içimizi rahatlatıyor.”
Arkasından derin bir nefes aldı. Ne kadar derin olduğunu bilmediği bir havuza dalıyor gibi hissetti kendini.
“Üzülerek söylüyorum ki bir sıkıntı oldu. Saldırganlardan biri elimizden kaçtı. Kısa sürede onu yakalamayı umuyoruz tabii.”
Önce odada çıt çıkmadı. Sonra her kafadan bir soru çıktı.
“Adı ne?”
Wallander, Holgersson’a baktı, Holgersson başıyla onay verdi. “Sonja Hökberg.”
“Nerede tutuluyordu?”
“Burada emniyette.”
“Nasıl olabilir bu?”
“Bu meseleyi de derinlemesine araştırıyoruz.”
“Bu ne demek?”
“Tam ne demek olduğunu düşünüyorsan o demek. Hökberg’in gözaltındayken nasıl kaçabildiğini anlamaya çalışıyoruz demek.”
“Onu tehlikeli diye tanımlamak doğru mu olur?”
Wallander duraksadı. “Henüz kamu için bir tehdit mi değil mi bilmiyoruz.”
“Ya tehdittir ya değildir zaten? Hangisi?”
Wallander sinirlerine çok zor hâkim oluyordu, bugün ikinci kez gözü dönebilirdi. Bu süreci nihayete erdirip, eve gidip yatmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. “Sıradaki soru.”
Muhabirin pes etmeye niyeti yoktu. “Ben kesin bir cevap istiyorum. Kız tehlikeli mi değil mi?”
“Sana cevabımı verdim. Sıradaki soru.”
“Silahlı mı?”
“Bilmiyoruz.”
“Lundberg yani taksici, nasıl saldırıya uğradı?”
“Bir bıçak ve çekiçle saldırmışlar.”
“Cinayet silahları elinizde mi?”
“Evet.”
“Görebilir miyiz?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Soruşturmayla ilintili nedenlerden. Sıradaki soru.”
“Ulusal çapta polis alarma geçirildi mi?”
“Şu anda sadece bölge ekibi alarmda. Şimdilik size söyleyeceklerimiz bu kadar.” Wallander’in kapanış cümlesi bir itiraz fırtınasıyla karşılandı. Birtakım önemli soruların havada kaldığının farkındaydı fakat Wallander ayağa kalktı, Emniyet Müdürü Holgersson’u da yanında götürdü.
“Şimdilik bununla idare etsinler,” dedi.
“Daha uzun kalsa mıydık?”
“O zaman sen devralmak zorundasın. Gerekli bilgiyi edindiler. Geri kalanı bizden daha iyi doldururlar.”
Televizyon ve radyo kanallarından gelen gazeteciler röportaj istiyordu. Wallander bir mikrofon ve kamera silsilesini geride bırakmak zorunda kaldı.
“Kendi başına halletmek zorundasın,” dedi Holgersson’a. “Ya da Martinson halletsin. Benim eve gitmem lazım.”
Koridora ulaşmışlardı. Holgersson ona şaşkınlık içinde baktı.
“Eve mi gidiyorsun?”
“Elinle alnıma bakabilirsin. Hastayım. Ateşim yüksek. Orada Hökberg’i bulup basının o kahrolası sorularını cevaplayabilecek bir sürü polis var.”
Bir cevap beklemeden oradan ayrıldı. Yanlış yaptım, diye düşündü Wallander. Burada kalıp bu kaotik durumu düzeltmeye çalışmalıyım. Ama hiç hâlim yok işte.
Odasına girdi, paltosunu giydi. Çalışma masasına bırakılmış bir not dikkatini çekti. Martinson’un el yazısıydı. Patolog raporuna göre, Tynnes Falk doğal sebeplerden ölmüş. Suç yok. Şimdilik rafa kaldır.
Wallander’in bunun ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili olduğunu hatırlaması birkaç saniyesini aldı. Endişe edecek şeylerden biri azaldı, diye düşündü.
Gazetecilerden kaçmak için garajdan geçerek çıktı. Rüzgâr artık çok sert esiyordu. Wallander fark edilmemek için başını öne eğerek arabasına kadar koşmak zorunda kaldı. Anahtarı çevirince hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi, defalarca denedi ama motor tamamen sessizdi.
Wallander kemerini çözüp arabadan çıktı, kilitleme zahmetine bile girmedi. Maria Caddesi’ne dönerken alması gereken kitabı hatırladı. Ama beklemek zorundaydı. Her şey beklemek zorundaydı. Şu anda Wallander’in tek istediği uyumaktı.
Uyandığında sanki bir rüyadan son sürat koşarak çıkmıştı. Bir basın toplantısının ortasındaydı fakat bu toplantı Hökberg’in evinde yapılıyordu. Wallander tek bir soruya bile cevap veremiyordu.
Derken odanın en arkalarında birden babası gözüne çarptı. Televizyon kameraları onu hiç rahatsız etmemiş gibiydi ve sakin sakin en sevdiği sonbahar manzarasının resmini yapıyordu.
Tam o noktada Wallander uyanmıştı. Yatakta uzandı, seslere kulak verdi. Rüzgâr pencereye vuruyordu. Wallander başını yana çevirdi. Baş ucundaki saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Neredeyse yedi saattir uyuyordu. Yutkunmaya çalıştı. Boğazı hâlâ şişti ve acıyordu. Ama ateşi düşmüştü. Hökberg’in hâlâ firarda olduğundan emindi. Yoksa onu haberdar ederlerdi. Wallander ayağa kalkıp mutfağa girdi. Sabun alma notu oradaydı. Alması gereken kitabı da yapılacaklar listesine ekledi. Sonra kendine çay yaptı. Boş yere limon aradı. Sebzelikte buruşmuş domatesler ve yarısı çürümüş bir salatalık vardı, attı. Çay demlenince fincanını oturma odasına götürdü.
Telefona uzanıp emniyeti aradı. Tek ulaşabildiği kişi Hansson’du.
“Nasıl gidiyor?”
Hansson’un sesi yorgun geliyordu.
“Sırra kadem bastı.”
“Tek bir iz bile yok ha?”
“Hayır, hiç kimse görmemiş. Emniyet Genel Müdürü arayıp memnuniyetsizliğini dile getirdi.”
“Hiç şüphem yok. Ama şu anda onu duymazdan gelelim.”
“Hastaymışsın.”
“Yarına toparlanırım.”
Hansson