bu işten. Bu saldırının altını kazımalıyız. Kasıtlı adam öldürmeye teşebbüs olduğundan eminim ve eğer Lundberg ölürse işte o zaman al sana cinayet.”
Wallander odasına gitti. Saat beş buçuktu ve hava kararmıştı bile. Kurt Wallander, Sonja Hökberg’i ve neden kızların paraya bu kadar çok ihtiyaç duyduğunu düşündü. Yoksa bambaşka bir sebep mi vardı? Arkasından Anette Fredman’ı düşündü.
Hâlâ yapacak işleri vardı fakat odasında oturmaya daha fazla dayanamadı. Paltosunu aldığı gibi dışarı çıktı. Sert sonbahar rüzgârı yüzünü yaktı. Arabayı çalıştırınca motordan gelen garip sesi duydu. Otoparktan çıkarken alışverişe gitmeye karar verdi. Buzdolabı tam takırdı, Hansson’la girdiği iddiadan kazandığı bir şişe şampanya vardı sadece. Wallander iddianın ne olduğunu artık hatırlayamıyordu. Anlık bir dürtüyle, bir gece önce adamın öldüğü ATM’nin önünden geçmeye karar verdi. Alışverişini de o civarlardaki bir marketten yapabilirdi.
Arabayı park ettikten sonra ATM’ye doğru yürüdü. Tekerlekli sandalyeli bir kadının para çekmesini bekledi. Kaldırımın asfaltı pürüzlü ve engebeliydi. Wallander etrafına bakındı. Yakınlarda hiç apartman ve ev yok gibi görünüyordu. Gecenin bir vakti, bu meydan oldukça ıssız olmalıydı. Güçlü sokak lambalarına rağmen, bir adam çığlık atıp yere yığıldığında onu ne duyan ne gören olurdu.
Wallander en yakındaki markete girip gıda reyonunu buldu. Her zamanki can sıkıntısı ve kararsızlıkla rafları gözleriyle taradı. Sepetini hemen çeşitli ürünlerle doldurdu, parasını ödedi ve marketten çıktı. Tekrar arabaya bindiğinde motordan gelen o gizemli ses artmış gibiydi. Evine girer girmez siyah takım elbisesini çıkardı. Duş alırken sabunun bitmek üzere olduğunu fark etti. Akşam yemeğinde biraz sebze çorbası yaptı, lezzetli olduğunu tadınca çok şaşırdı. Kahve yapıp fincanıyla oturma odasına gitti. Yorgundu. Televizyonda ilginç bir şey bulamadan kanalları gezdi, sonra telefonuna uzanıp Stockholm’deki Linda’yı aradı. Sadece ismen tanıdığı iki kadınla Kungsholmen’de aynı evi paylaşıyordu. İki yakasını bir araya getirebilmek için bazen yakınlardaki bir restoranda garsonluk yapıyordu. Wallander en son gittiğinde orada yemek yemiş ve oranın yemeklerini beğenmişti. Ancak kızının bangır bangır çalan müziğe tahammül edebilmesine şaşırmıştı.
Linda artık 26 yaşındaydı. İlişkileri iyiydi fakat Wallander onu düzenli aralıklarla görebilmeyi özlüyordu.
Telesekreter çıktı. Ne Linda ne ev arkadaşları evdeydi. Mesaj İngilizce tekrar edildi. Wallander kim olduğunu ve önemli bir şey olmadığını söyledi. Ahizeyi yerine koyup gözlerini kahvesine dikti. Soğumuştu. Bu şekilde yaşamaya devam edemem, diye düşündü sinirlenerek. Daha 50 yaşındayım ama kendimi ihtiyar ve zayıf hissediyorum.
Akşam yürüyüşüne çıkması gerektiğini biliyordu ama çıkmamak için bir bahane bulmaya çalıştı. Sonunda spor ayakkabılarını giyip sokağa çıktı.
Döndüğünde saat sekiz buçuktu. Yürüyüş sayesinde zihni açılmış, morali yükselmişti.
Telefon çaldı. Wallander, Linda arıyor olmalı, diye düşündü. Fakat arayan Martinson’du.
“Lundberg öldü. Az önce hastaneden aradılar.”
Wallander hiçbir şey demedi.
“Yani Hökberg ve Persson cinayet işlemiş oldu.”
“Biliyorum,” dedi Wallander. “Biz de temizlenecek iyi bir pisliğe bulaşmış olduk.”
Ertesi sabah sekizde toplantı yapmaya karar verdiler. Söyleyecek başka bir şey yoktu.
Wallander televizyonun karşısında oturup haberleri izledi, aklı bambaşka bir yerdeydi. İsveç kronu dolar karşısında değer kaybetmişti. İlgisini çeken tek haber, Trustor adlı sigorta şirketi hakkındaydı. Bugünlerde koskoca bir şirketin tüm parasını hortumlamak ve kimsenin iş işten geçene kadar fark etmemesi ne tuhaftır ki tereyağından kıl çekmek kadar kolaydı.
Linda aramadı. Wallander on birde yattı. Uyumasıysa çok uzun sürdü.
5
Wallander 7 Ekim Salı sabahı altıyı biraz geçe boğaz ağrısıyla uyandı. Ter içindeydi, grip olduğunun farkındaydı. Bir süre yatakta uzanıp evde mi kalsam diye kafasında tarttı ama Johan Lundberg’in öldüğü gerçeği onu ayaklandırmıştı. Duşunu aldı, kahve hazırlayıp ateş düşürücü haplardan yuttu. Hap kutusunu da cebine soktu. Evden çıkmadan önce kendini zorlayıp bir kâse yoğurt yedi. Mutfak penceresinin dışındaki sokak lambası serin rüzgârda sallanıyordu. Hava kapalıydı ve sıcaklık iki dereceydi. Wallander çekmecesinde kalın bir kazak aradı. Linda’yı arasam mı diye düşündü ama saat çok erkendi. Sokağa çıktığında yapmak zorunda olduğu işleri düşündü, listeyi mutfak masasında bırakmıştı. Bugün bir şey satın alacaktı ama eve dönüp listeyi almaya mecali yoktu.
Her zamanki güzergâhından emniyete gitti. Bu yoldan her arabayla geçişinde vicdan azabı çekiyordu. İşe yürüyerek gitmeliydi, kan şekerini sağlıklı bir değerde tutmalıydı. Bugün bile yürüyemeyecek kadar hasta değildi.
Arabasını park etti, saat yedide odasına girdi. Wallander masasına oturur oturmaz ne alması gerektiğini hatırladı. Sabun. Bir köşeye not etti. Sonra bütün dikkatini cinayet dosyasına verdi.
Bir önceki günden kalan tatsız duyguların bir kısmı geri geldi. Hökberg’in duygusuzluğunu hatırladı. Kızın insani bir duygu zerresi gösterdiğine, bunu kendisinin algılayamadığına dair kendini ikna etmeye çalıştı. Ama yersizdi. Bu durumlarla ilgili tecrübeleri ona yanılmadığını söylüyordu. Kantine kahve almaya gitti. Martinson’un odasının önünde durdu çünkü o da erkenciydi. Kapı açıktı. Wallander, Martinson’un kapı açıkken nasıl çalışabildiğini hayal edemiyordu. Eğer bir şeye tam odaklanacaksa Wallander için kapalı kapı olmazsa olmazdı.
“Burada olacağını tahmin etmiştim,” dedi Martinson, Wallander’i eşikte görünce.
“Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum,” dedi Wallander.
“Üşüttün mü?”
“Ekim ayında muhakkak boğazım ağrır.”
Oldum olası hasta olmaktan endişelenen Martinson sandalyesini birkaç santim geri itti.
“Evde kalsaydın,” dedi. “Bu gariban Lundberg davası çözüldü bile.”
“Kısmen,” dedi Wallander. “Henüz cinayet sebebi yok. Yok yere paraya ihtiyaçları olduğu lafını ben yutmadım. Bıçağı buldunuz mu?”
“Nyberg ilgileniyor. Henüz konuşmadım.”
“Arasana.”
Martinson yüzünü ekşitti. “Sabahları onunla konuşmak pek kolay olmuyor.”
“O zaman ben ararım.”
Wallander, Martinson’un telefonuna uzanıp Nyberg’in evini aradı. Birkaç saniye sonra arama cep telefonuna aktarıldı. Nyberg açtı ama bağlantı kötüydü.
“Benim, Kurt. Bıçağı buldun mu diye soracaktım.”
“Hava hâlâ karanlıkken herhangi bir şey bulmamız mümkün mü acaba?” diye terslendi Nyberg.
“Persson’un bıçağı nereye koyduğunu söylediğini sanıyordum?”
“Taramamız gereken yüz metrelerce arazi var. ‘Eski mezarlıkta bir yerlere’ fırlatıp atmış.”
“Yanınıza getirilse ya?”
“Oradaysa buluruz,” dedi Nyberg.
Konuşmayı bitirdiler.
“Ben