okudu, diye düşündü Wallander. Neysem oyum.
“Yani gazeteye ilan mı vermeliyim sence?”
“Evet, ya da eş bulan o şirketlerden birini kullanabilirsin.”
“Hayatta yapmam.”
“Nedenmiş?”
“Ben öyle şeylere inanmıyorum.”
“Neden inanmıyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Eh, benden sana bir öneriydi işte. Sen bunu bir düşün. İşe dönmem lazım.”
“Neredesin?”
“Restorandayım.”
Vedalaşıp telefonu kapattılar. Wallander, Linda’nın geceyi nerede geçirdiğini merak etti. Birkaç yıl önce Linda, Lund’da tıp okuyan Kenyalı bir gençle takılıyordu. Ancak ilişkileri bitmişti ve Wallander o zamandan beri, Linda’nın kimle çıktığını bilmiyordu, sadece ara sıra yeni birileriyle tanıştığından haberi vardı. Biraz sinirlendi, biraz kıskandı. İlan vermek ya da çöpçatanlık ajanslarına başvurmak onun aklından geçtiyse de hep son dakika caymıştı. Sanki bir kere bu kararı verdi mi kabul edilemez bir çaresizliğin dibine batmış olacaktı.
Dışarı adımını atar atmaz sert rüzgârdan dolayı üşüdü. Wallander arabasına binip motoru çalıştırdı, kötüye giden o garip seslere kulak verdi. Sonra Hökberg’lerin oturduğu eve doğru sürdü. Martinson’un raporundan, sadece Hökberg’in babasının “kendi işini” yaptığı bilgisine ulaşmıştı. Ne işi olduğunu hiç bilmiyordu. Küçük ön bahçeleri temiz ve derli topluydu. Wallander zili çaldı. Bir süre sonra bir adam kapıyı açtı. Wallander daha önce tanıştıklarını hemen anladı. Bir kere gördüğü yüzü kolay kolay unutmazdı. Ancak adamla nerede ve ne zaman tanıştığını bilmiyordu. Adam da Wallander’i hemen tanımıştı.
“Sensin demek,” dedi. “Polisin kapıyı çalacağını tahmin etmiştim ama senin gelmeni beklemiyordum.”
Wallander’in içeri girmesi için kenara çekildi. Bir yerlerden televizyon sesi duydu. Bu adamla daha önce nerede tanıştıklarını hatırlayamadı.
“Beni tanıdığını sanıyorum?” dedi Hökberg.
“Evet, tanıdım,” dedi Wallander. “Ama tam çıkaramadım.”
“Erik Hökberg desem, bir şey çağrıştırır mı?”
Wallander hafızasını taradı.
“Ve Sten Widén?”
Birden hatırladı. Stjärnsund’da at çiftliği olan Sten Widén. Ve Erik. Üçü operaya çok düşkündü. Sten aralarında en çok operayla ilgili olandı, Erik de onun çocukluk arkadaşıydı ve birlikte plakçaların yanına oturup Verdi’nin operalarını dinlerlerdi.
“Evet, şimdi hatırladım,” dedi Wallander. “Ama o zaman adın Hökberg değildi, değil mi?”
“Karımın soyadını aldım. Çocukken adım Erik Eriksson’du.”
Hökberg iri yarı bir adamdı. Wallander’e uzattığı palto askısı elinde küçücük kalmıştı. Wallander onu zayıf hatırlıyordu ama şimdi dalyan gibiydi. Bu yüzden de bağlantıyı kurmakta zorlanmış olmalıydı.
Wallander paltosunu astı, Hökberg’in arkasından oturma odasına girdi. Odanın ortasında bir televizyon vardı ama kapalıydı. Ses başka bir odadan geliyordu. Oturdular. Wallander söze nasıl başlayacağını düşündü.
“Olanlar çok kötü,” dedi Hökberg. “Yani, ne oldu da böyle bir şey yaptı, anlayamıyorum.”
“Daha önce şiddete meyilli miydi?”
“Hiç.”
“Peki ya karın? Evde mi?”
Hökberg koltuğuna çuval gibi yığılmıştı. Yüzündeki yağ tabakalarının altından Wallander şimdi ona fersah fersah uzakta görünen bir geçmişte kalmış başka bir çehrenin ana hatlarını seçebiliyordu.
“Emil’i alıp Höör’deki kız kardeşine gitti. Burada kalmaya dayanamadı. Gazeteciler telefon edip duruyordu. Hiç merhametleri yok. Bazıları gecenin olmadık bir vakti arıyordu.”
“Onunla konuşmak zorundayım maalesef.”
“Biliyorum. Polise ona orada ulaşabileceklerini söyledim.”
Wallander nasıl devam edeceğini kestiremedi. “Sen ve karın olanlar hakkında konuşmuşsunuzdur.”
“O da benim kadar şaşkın, anlayamıyor. İkimiz de şoktayız.”
“Sonja’yla aranız iyi midir?”
“Hiç problem yaşamadık.”
“Peki annesiyle arası nasıldı?”
“Aynı. Ara sıra atışırlardı ama sıradan şeyler. Onu tanıdığımdan beri bir problem çıkmadı.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Nasıl yani?”
“Benim üvey kızım olduğunu biliyordun, değil mi?”
Raporda yazmış olsa Wallander mutlaka hatırlardı.
“Sadece Emil ortak çocuğumuz,” dedi Hökberg. “Ben onunla tanıştığımda Sonja iki yaş civarındaydı. 17 yıl önceydi. Ruth ve ben bir Noel partisinde tanıştık.”
“Sonja’nın babası kim?”
“Adı Rolf. Kızla hiç ilgilenmemiş. Ruth’la evlenmemişler bile.”
“Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Birkaç sene önce vefat etti. İçe içe öldü gitti.” Wallander paltosunun cebinde tükenmez kalem aradı. Hem gözlüğünü hem defterini unuttuğunu zaten fark etmişti. Cam sehpada bir tomar gazete duruyordu.
“Sakıncası yoksa bir parça koparabilir miyim?”
“Polisin kırtasiye malzemesine yetecek parası yok mu artık?”
“İyi bir soru. Not defterimi unutmuşum da.”
Wallander kâğıdı bir derginin üstüne koyup yazdı. İngilizce yazılmış bir finans dergisi olduğu dikkatini çekti.
“Sakıncası yoksa, ne iş yaptığını sorabilir miyim?”
Cevap çok şaşırtıcıydı.
“Borsada oynuyorum.”
“Anladım. Bu ne anlama geliyor yani?”
“Hisse alıp satıyorum, yabancı döviz alıp satıyorum. Aynı zamanda bahislere giriyorum, daha çok İngiliz kriket maçlarına. Bazen Amerikan beyzbol iddialarına da yatırım yapıyorum.”
“Yani kumar oynuyorsun?”
“Bildiğimiz kumar değil. At yarışlarına asla girmem. Ama hisse senedi alıp satmaya da bir tür kumar denebilir herhâlde.”
“Tüm bunları evden yapıyorsun yani?”
Hökberg ayağa kalkıp Wallander’e onu takip etmesini işaret etti. Bitişikteki odaya girince Wallander eşikte kaldı. Bu odada sadece bir değil, üç televizyon vardı. Ekranların en altından çeşitli rakamlar akıyordu. Duvarda dünyanın çeşitli yerlerindeki zamanı gösteren bir saat asılıydı. Âdeta hava trafiği kontrol kulesine girmek gibiydi.
“İnsanlar hep teknoloji sayesinde dünya küçüldü der,” dedi Hökberg. “Bence orası tartışılır. Ancak şu bir gerçek ki benim dünyamı tartışılmaz biçimde büyüttü. Ystad’ın ucundaki bu alelade evden dünyanın bütün piyasalarına ulaşabiliyorum.