Хеннинг Манкелль

Güvenlik Duvarı


Скачать книгу

Widén’di.

      “Uzun zaman oldu.”

      “Biz hep uzun aralıklarla konuşuruz zaten. Nasıl gidiyor, nasılsın? Emniyetten sana ulaşmaya çalıştığımda hasta olduğunu söylediler.”

      “Boğazım ağrıyor. Önemli bir şeyim yok.”

      “Seni görmek isterim.”

      “Şimdi çok uygun bir zaman değil. Haberleri okudun mu?”

      “Ben hiç haber izlemem ve gazete okumam. Yarış sayfası hariç.”

      “Birisi nezaretten kaçmayı başardı. Onu bulmak zorundayım. Ondan sonra buluşabiliriz.”

      “Sana hoşça kal demek istemiştim.”

      Wallander midesine bir yumru oturduğunu hissetti. Sten hasta mıydı? Aşırı alkol kullanımı sonunda karaciğerini bitirmiş miydi?

      “Neden? Neden veda ediyorsun?”

      “Evimi satıp buradan ayrılıyorum.”

      Widén son birkaç yıldır şehirden ayrılmaktan bahsediyordu. Babasından miras kalan çiftlik, yıllardır ona kâr getirmiyordu. Wallander sayısız konuşmalarını, yeni bir yaşam kurma hayallerini dinlemiş ancak Widén’in fikirlerini hiçbir zaman ciddiye almamıştı, tıpkı kendi hayallerini ciddiye almadığı gibi. Görünüşe bakılırsa, bu bir hata olmuştu. Sten sarhoşken, ki çoğunlukla sarhoştu, abartırdı. Gelgelelim şimdi ayıktı ve enerji doluydu. Konuşmasındaki olağan yavaşlık ve pelteklik yoktu.

      “Ciddi misin?”

      “Evet. Gidiyorum.”

      “Nereye?”

      “Daha karar vermedim.”

      Wallander midesindeki yumrunun gittiğini fark etti ama şimdi içinde kıskançlık belirmişti. Sten Widén’in hayali onunkinden daha canlıydı.

      “En kısa zamanda gelirim. Birkaç gün içinde.”

      “Burada olacağım.”

      Wallander uzun süre oturup kara kara düşündü. İçindeki kıskançlıktan kaçamıyordu. Polisliği bırakma hayalleri son derece uzak görünüyordu ona. Widén’in şu anda yaptığı şeyi Wallander asla ama asla yapamazdı.

      Çayını içti, fincanını mutfağa geri götürdü. Pencerenin dışındaki termometre bir dereceyi gösteriyordu. Ekim ayının ilk günlerine göre soğuktu.

      Wallander tekrar koltuğa yürüdü. Müzik hâlâ usul usul çalıyordu. Wallander televizyon kumandasına uzandı. Elektrikler kesildi.

      Önce sigorta attı zannetti fakat el yordamıyla cam kenarına ulaşınca sokak lambalarının bile kapkara olduğunu gördü. Tekrar koltuğa oturup bekledi.

      Skåne’nin büyük bir bölümü karanlıkta kalmıştı.

      7

      Telefon çaldığında Olle Andersson uyuyordu.

      Baş ucu lambasını açmaya çalıştı ama yanmadı. Böylece arayan kişinin hangi konuda onu aradığını anlamış oldu. Her zaman yatağının baş ucunda duran güçlü feneri yaktı ve ahizeyi kaldırdı. Tam tahmin ettiği gibi, Sydkraft’ın yirmi dört saat çalışan operasyon merkezinden arıyorlardı. Arayan Rune Ågren’di. Andersson, o gece, 8 Ekim gecesi, Ågren’in nöbetçi olduğunu zaten biliyordu. Malmö’lüydü ve 30 yılı aşkın süredir kamu hizmeti veren çeşitli kurumlarda çalışmıştı. Önümüzdeki yıl emekli olacaktı. Doğruca sadede geldi.

      “Skåne’nin yüzde yirmi beşinde elektrik yok.” Andersson şaşırmıştı. Son birkaç gündür çok sert rüzgârlar esiyordu ama fırtınaya yakın bir durum yoktu.

      “Ne olduğunu Tanrı bilir,” dedi Ågren. “Ancak Ystad trafosu bu durumdan etkilenmiş. Giyinip oraya bir bakmaya gitsen iyi olur.”

      Andersson durumun acil olduğunun farkındaydı. Şehirlere ve kırsal kesimdeki evlere elektrik aktaran karmakarışık ağ içinde Ystad ana trafosu, başlıca bağlantı noktalarından biriydi. Eğer buraya bir şey olursa, Skåne’nin çoğu öyle ya da böyle etkilenirdi. Bunun olmaması için birileri hep görev başındaydı. Bu hafta Ystad bölgesi için nöbetteki isim Andersson’du.

      Trafoya varması on dokuz dakika sürdü. Alan tamamen karanlıktı. Ne zaman elektrik kesilse ve Andersson sorunun kaynağını anlamaya gitse aynı soru aklına takılırdı: Daha yüzyıl öncesine değin bu zifiri karanlık normaldi. Elektriğin icadı her şeyi değiştirmişti. Şu anda hayatta olan hiç kimse artık elektriksiz hayatın nasıl olduğunu hatırlamıyordu. Ama aynı zamanda toplumun ne kadar hassas olduğunu da düşünürdü. En kötü durum senaryosunda güç kaynağındaki bir tek kopukluk sonucu ülkenin üçte biri karanlığa gömülebilirdi.

      “Geldim,” dedi telsizden Ågren’e.

      “Acele et o zaman.”

      Trafo bir tarlanın ortasındaydı. Düzenli aralıklarla “İzinsiz Girmek Yasaktır” ve “Tehlike! Yüksek Akım!” tabelaları konmuştu. Andersson rüzgâra karşı kendini siper etti, elinde bir anahtar takımı ve gözünde kendi tasarladığı, çerçevesine iki küçük pilli fener takılmış koruyucu gözlük vardı. Doğru anahtarı bulup demir kapıların dışında durdu. Kapılar açıktı. Andersson etrafına bakındı. Herhangi bir araba görünmüyordu, insandan eser yoktu. Tekrar telsizini alıp Ågren’e seslendi.

      “Demir kapılar kırılıp açılmış,” dedi.

      Ågren rüzgâr sesinden onu duymakta zorlanıyordu. Andersson söylediklerini tekrar etmek zorunda kaldı.

      “Burada birisi olduğunu sanmıyorum. İçeri giriyorum.”

      Demir kapılar daha önce de zorlanmış ve açılmıştı, her seferinde de durum polise bildirilirdi. Bazen polis suçluları yakalardı, genelde sağa sola sataşan bir avuç sarhoş yeni yetme çıkardı altından. Ancak sabotaj ihtimalini de göz önüne alırlardı. Hatta Andersson’un daha bu eylülde katıldığı bir toplantıda Sydkraft güvenlik teknisyenlerinden biri yepyeni bir güvenlik sistemi kurmalarını önermişti.

      Andersson başını yana çevirdi. Elinde fener de olduğundan trafonun metal çerçevesinin üstüne üç ışık hüzmesi düştü. Çelik kulelerin ortasında kurulmuş, küçücük gri bir yapı trafonun merkeziydi. Trafo buradaydı. İki farklı anahtarla açılan ya da açılması için çok güçlü patlayıcılar kullanılması gereken çelik bir kapısı vardı. Andersson anahtarlığındaki çeşitli anahtarları renkli bantlarla işaretlemişti. Kırmızı bantlı olan demir kapıları açıyordu, sarı ve mavi olanlarsa çelik kapıyı açmak içindi. Andersson etrafına baktı. Kimse yoktu. Tek duyduğu ses rüzgârdı. Yürümeye başladı ama birkaç adım sonra durdu. Bir şey dikkatini çekmişti. Tekrar sağa sola bakındı. Arkasında birisi mi vardı? Ceketinden sarkan telsizden Ågren’in çatlak sesini duydu. Cevap verme zahmetine girmedi. Durmasına sebep olan neydi? Karanlıkta hiçbir şey yoktu, en azından onun seçebileceği hiçbir şey. Ne var ki ortada kötü bir koku vardı ama muhtemelen tarlalardan geliyordur, diye düşündü Andersson. Çiftçi kısa süre önce toprağı gübrelemiş olmalıydı. Andersson trafo binasına doğru yürümeye devam etti. Kötü kokuyu alabiliyordu hâlâ. Derken Andersson ânında durdu. Çelik kapı aralıktı. Birkaç adım geri gidip telsize sarıldı.

      “Kapı açık,” dedi. “Duyuyor musun?”

      “Duydum. Ne demek kapı açık?”

      “Ne dediysem o işte.”

      “Kimse var mı?”

      “Bilmiyorum. Kapı zorlanmışa benzemiyor.”

      “Peki ama nasıl açık olabilir o zaman?”

      “Bilmiyorum.”

      Telsiz