sabahı saat beş civarı birden zıpkın gibi uyandı. Karanlıkta gözlerini açar açmaz neyin onu uyandırdığını anlamıştı. Tamamen unuttuğu bir şeydi: Höglund’a verdiği söz. Bugün, Ystad’lı kadınların edebiyat kulübünde polislerin hayatı hakkında konuşma yapacağı gündü.
Karanlıkta kıpırdayamadan yattı. Bu nasıl da tamamen aklından çıkmıştı? Hiçbir şey hazırlamamıştı, iki not bile karalamamıştı. Kaygısının midesine oturduğunu hissetti. Konuşma yapacağı kadınlar büyük ihtimalle Eva Persson’un resimlerini görmüştü. Höglund ise çoktan onları arayıp kendisi yerine Wallander’in konuşma yapacağını haber vermiş olmalıydı.
Yapamam, diye düşündü Wallander. Karşılarında tek görecekleri, genç bir kıza dayak atmış, acımasız bir adam. Gerçekte olduğum kişi değil. O da her kimse artık.
Yatakta uzanırken bu ikilemden kurtulmanın bir yolunu bulmak için kafa patlattı ancak bu kez kaçış yolu olmadığını fark etti. Saat beş buçukta kalktı ve önüne bir not defteri koyup mutfak masasına oturdu. Sayfanın başına Konuşma yazdı. Rydberg olsa, bir grup kadına mesleği hakkında neler anlatırdı, bunu sordu kendine. Ancak zihninin bir köşesinde, Rydberg’in asla böyle bir duruma düşmeyeceğini de biliyordu.
Sabah saat altıda hâlâ o tek kelime yazılıydı sayfada. Tam pes edecekti ki aklına bir fikir geldi. Şu an itibariyle neyle uğraştıklarını yani öldürülen taksiciyle ilgili soruşturmasını anlatabilirdi. Hatta Stefan Fredman’ın cenazesinden başlayabilirdi. Bir polisin yaşamından birkaç günlük bir kesit verebilirdi; gerçekte olduğu hâliyle, hiçbir montaj yapmadan. Birkaç not aldı. Fotoğrafçı olayından kaçamayacaktı ve konuşması, bir nevi savunması olacaktı. Ancak zaten bir bakıma öyleydi. Olayın asıl oluş şeklini anlatma fırsatı olacaktı.
Altı on beşte Wallander kalemi elinden bıraktı. Akşamı düşündükçe hâlâ endişeleniyordu ama artık kendini çaresiz hissetmiyordu. Tamirciyi arayıp arabasının durumunu sordu. Konuşma içini karartmıştı. Anlaşılan motoru tümden sökmeyi planlıyorlardı. Konuştuğu görevli gün içinde onu arayıp bir fiyat vereceklerine söz verdi.
Dışarıdaki termometre 7 dereceyi gösteriyordu. Yumuşak bir rüzgâr esiyordu, hava parçalı bulutluydu ama yağmur yağmıyordu. Wallander sokakta ağır ağır yürüyen ihtiyar adamı seyretti. Adam bir çöpün yanında durup içindekileri eliyle şöyle bir karıştırdı ama herhâlde hiçbir şey bulamadı. Wallander, Widén’i ziyaretini düşündü. Kıskançlıktan eser kalmamıştı. Yerine muğlak bir melankoli gelmişti. Widén hayatından sonsuza dek çıkıp gidecekti. Gençlik yıllarından onunla bağı olan kim kalmıştı? Yakında hiç kimse kalmayacaktı.
Wallander bu düşüncelerden kurtulmak için kendisini zorladı ve evden çıktı. Emniyete giderken yapacağı konuşmasını düşündü. Bir devriye arabası yanaştı, emniyete bırakabileceklerini söylediler. Wallander teşekkür edip bu teklifi geri çevirdi. Yürümek istiyordu.
Danışmada bir adam onu bekliyordu. Wallander yürüyüp geçerken adam dönüp suratına baktı. Wallander bu simayı tanımıştı ama tam çıkaramamıştı.
“Kurt Wallander,” dedi adam, “bir dakikan var mı?”
“Duruma göre değişir. Kimsin?”
“Harald Törngren.” Wallander başını iki yana salladı. “Fotoğrafı çeken bendim.”
Wallander adamın suratını basın toplantısından anımsamıştı.
“Yani koridorda sinsice gezinen sendin.”
Törngren tebessüm etti. Otuzlu yaşlardaydı, uzun bir suratı ve kısa saçları vardı.
“Tuvaleti arıyordum, önüme kimse çıkmadı.”
“Ne istiyorsun?”
“Fotoğraf hakkında konuşmak istersin diye düşündüm. Seninle röportaj yapmak istiyorum.”
“Benim söylediklerimi olduğu gibi yazmazsın.”
“Nereden biliyorsun?”
Wallander, Törngren’den çıkmasını istemeyi düşündü. Fakat bir fırsat görüp bunu değerlendirmeye karar verdi. “Üçüncü bir şahsın da yanımızda olmasını istiyorum,” dedi.
Törngren gülümsemeyi sürdürdü. “Röportaja bir şahit mi istiyorsun?”
“Gazetecilerle kötü deneyimlerim var.”
“On tane de çağırsan, bence sorun yok.”
Wallander kol saatine baktı. Saat yedi yirmi beşti.
“Sana yarım saat veriyorum.”
“Ne zaman?”
“Şimdi.”
Irene, Martinson’un içeride olduğunu söyledi. Wallander, Törngren’e beklemesini söyledi. Martinson bilgisayarda bir şey yapıyordu. Wallander durumu açıkladı.
Martinson tereddüt eder gibi oldu. “Tepen atmayacaksa?”
“Ben genellikle istemediğim şeyler mi söylüyorum?” dedi Wallander.
“Ara sıra oluyor.” Martinson haklıydı.
“Aklımdan çıkarmam. Hadi gel.”
Küçük toplantı odalarından birine oturdular. Törngren kayıt cihazını masaya koydu. Martinson arka planda durdu.
“Dün gece Eva Persson’un annesiyle konuştum,” dedi Törngren. “Size dava açmaya karar vermişler.”
“Ne için?”
“Saldırı ve darp. Buna bir diyeceğiniz var mı?”
“Darp söz konusu değildi.”
“Onlar öyle demiyor ve olayın fotoğrafı benim elimde.”
“Ne olduğunu duymak ister misin?”
“Senin versiyonunu seve seve dinlerim.”
“Benimki bir versiyon değil. Asıl gerçek.”
“Biliyorsun ki onların sözüne karşı senin sözün.”
Wallander yapmaya çalıştığı şeyin imkânsızlığının ayırdına varmaya başlamıştı ve röportaj vermeyi kabul ettiğine pişman oldu ama artık iş işten geçmişti. Ona olanları anlattı: Persson annesine saldırmıştı ve Wallander de onları ayırmaya çalışmıştı. Kız saldırganlaşmıştı. Wallander ona tokat atmıştı.
“Kız da annesi de bunu yalanlıyor.”
“Yine de olan bu.”
“Gerçekten annesine vurmaya başladığına inanmamı mı bekliyorsun?”
“Kız cinayet işlediğini daha yeni itiraf etmişti. Gergin bir andı. Böyle zamanlarda beklenmedik olaylar yaşanabiliyor.”
“Eva Persson dün gece bana itiraf etmeye zorlandığını söyledi.”
Wallander ve Martinson birbirlerine baktılar. “Zorlanmak mı?”
“Aynen öyle.”
“Kim zorlamış peki onu?”
“Onu sorguya çeken polisler.”
Martinson sinirlendi. “Hayatımda duyduğum en saçma şey,” dedi. “Biz sorgularımız esnasında kimsenin iradesine karışmayız.”
“Ben sadece kızın söylediğini tekrar ediyorum. Artık her şeyi inkâr ediyor. Masum olduğunu söylüyor.”
Wallander, Martinson’a baktı, Martinson başka bir şey demedi. Wallander son derece sakin hissediyordu.
“Ön soruşturma henüz tamamlanmadı,” dedi. “Persson’un işlenen