Хеннинг Манкелль

Güvenlik Duvarı


Скачать книгу

“İhtiyacın var.”

      “İçtim bile,” dedi Wallander.

* * *

      Akşam saat yedide Wallander araba kornası duydu. Mutfak camından Widén’in eski püskü arabasını gördü. Wallander viski şişesini bir poşete koyup aşağı indi.

      Çiftliğe doğru sürdüler. Wallander her zamanki gibi önce ahırları gezmek istedi. Ahırların çoğu boştu. İçeri girdiklerinde aşağı yukarı on yedi yaşındaki kız bir eyeri asıyordu. İşini bitirip çıkınca orada ikisi kaldı. Wallander bir saman balyasının üstüne oturdu. Widén duvara yaslandı.

      “Buralardan gidiyorum,” dedi. “Çiftlik satışa çıkarıldı.”

      “Sence kim alır?”

      “Buradan para kazanabileceğine inanacak kadar çılgın biri.”

      “İyi bir fiyata satabilir misin?”

      “Hayır, ama muhtemelen yeterli olacaktır. Ucuz yaşarsam aylık faiziyle geçinebilirim gibi.”

      Wallander ne kadar paradan söz ettiğini bilmek istedi ama en uygun nasıl sorulur, bilemedi.

      “Nereye gideceğine karar verdin mi?” dedi onun yerine.

      “Önce her şeyi satmam lazım. Ondan sonra nereye gideceğime karar veririm.”

      Wallander viskiyi çıkardı.

      “Sen atların olmadan asla yaşayamazsın,” dedi. “Ne yapacaksın?”

      “Bilmiyorum.”

      “İçe içe ölürsün.”

      “Ya da tam tersi olur. Belki de o zaman bu alışkanlıktan tümden kurtulurum.”

      Ahırdan çıktılar ve avludan eve doğru yürüdüler. Soğuk bir akşamdı. Wallander her zamanki gibi aynı kıskançlığın sızısını duydu.

      Widén bir bilinmeyene doğru yelken açıyordu ve kesinlikle çok değişik bir gelecek olacaktı. Öte yandan kendisi 14 yaşındaki bir kızı darp etmekten gazetelerin manşetlerindeydi.

      İsveç insanların kaçıp kurtulmak istediği bir ülkeye dönüştü, diye düşündü. Parası olan kaçıyor. Parası olmayan da yetecek parayı dişiyle tırnağıyla kazımaya çalışan güruhlara katılıyor. Nasıl olmuştu bu? Ne değişmişti?

      Aynı zamanda çalışma odası görevi gören, dağınık oturma odasına kuruldular. Widén kendine bir kadeh konyak koydu.

      “Sahne teknisyeni olmayı düşünüyordum.”

      “Nasıl yani?”

      “Aynen dediğim gibi. Milan’da La Scala’ya gidebilir, perdeleri açıp kapatabilirim.”

      “Bunun artık elle yapıldığını düşünmüyorsun ya?”

      “Eh, ara sıra bir dekorun elle düzeltildiğini düşünüyorum. Düşünsene, her gece kulistesin ve bir kuruş bile ödemeden her gece şarkıları dinliyorsun. Hatta bedavaya bile çalışırım.”

      “Bu işi mi yapacaksın?”

      “Hayır. Aklımda bir sürü fikir var. Bazen Kuzey İsveç’e çıkayım da kendimi soğuk ve tatsız bir kar fırtınasına gömeyim diyorum. Bilmiyorum işte. Tek bildiğim bu çiftlik satılacak ve ben başka bir yere gideceğim. Ya sen?”

      Wallander cevap vermeden omuz silkti. Çok içmişti. Başı bir ton olmaya başlamıştı.

      “Hâlâ içki kaçakçılarını mı kovalıyorsun?”

      Widén alaycı bir sesle sormuştu.

      “Katilleri,” dedi Wallander, “başkalarını, kafasına çekiçle vura vura öldüren insanları. Taksiciyi duymuşsundur?”

      “Yo.”

      “Geçen gün iki kız bir taksiciyi önce darp etti, sonra da bıçaklayarak öldürdü. Benim kovaladığım tipler bunlar. Kaçakçılar değil.”

      “Nasıl dayanıyorsun, anlamıyorum.”

      “Ben de. Ama birisinin de bunu yapması gerek ve ben de yapılabileceği kadar iyi yapıyorum sanırım.”

      Widén ona gülümseyerek baktı. “Hemen savunmaya geçmene gerek yok. Tabii ki senin müthiş bir polis olduğunu düşünüyorum. Hep bu fikirdeyim. Sadece hayatında başka bir şeye de vakit ayıracak mısın diye sormuştum.”

      “Ben pes etmem.”

      “Benim gibi yani?”

      Wallander cevap vermedi. Birdenbire aralarındaki mesafeyi fark etti ve ne kadar zamandır böyle diye düşündü. Bir zamanlar aralarından su sızmazdı. Sonra büyümüşlerdi ve herkes kendi yoluna gitmişti. Yıllar sonra buluştuklarında eski günlerdeki dostluğu tekrar sürdürebileceklerini zannetmişlerdi. Arkadaşlıklarının artık tam anlamıyla farklılaştığını hiçbir zaman idrak etmemişlerdi. Ancak şu anda Wallander su gibi berrak görebiliyordu bunu. Widén de muhtemelen aynı sonuca varmıştı.

      “Bu taksiciyi öldüren kızlardan birinin üvey babası,” dedi Wallander. “Erik Hökberg. Ya da bizim tanıdığımız adıyla Eriksson.”

      Widén ona hayretler içinde baktı. “Ciddi misin?”

      “Ciddiyim. Görünüşe bakılırsa şimdi kızın kendisi de cinayete kurban gitti. Yani ben istesem de buralardan ayrılmaya vaktim yok.”

      Viskiyi tekrar poşete koydu.

      “Bana bir taksi çağırabilir misin?”

      “Hemen gidiyor musun?”

      “Sanırım, evet.”

      Widén’in yüzüne hayal kırıklığı gölgesi düştü. Wallander de aynı hisler içindeydi. Dostlukları sona ermişti. Ya da daha doğrusu, uzun zaman önce sona erdiğini nihayet keşfetmişlerdi.

      “Seni eve götürürüm.”

      “Olmaz,” dedi Wallander. “Sen de içtin.”

      Widén karşı çıkmadı. Telefona gitti, taksi durağını aradı.

      “On dakika sonra gelecekmiş.”

      Birlikte dışarı çıktılar. Durgun bir sonbahar akşamıydı, hiç rüzgâr esmiyordu.

      “Ne bekliyorduk?” dedi Widén birdenbire. “Gençliğimizde yani.”

      “Unuttum gitti. Ama ben çok sık geçmişe bakan biri değilimdir. Bugüne ve geleceğe dair kaygılarla başım yeterince kalabalık zaten.”

      Taksi zamanında geldi.

      “Bana yazıp neler yaşadığını anlatmayı unutma,” dedi Wallander.

      “Tamam.”

      Wallander arka koltuğa oturdu. Araba Ystad’a doğru karanlığa karıştı.

      Wallander tam eve adım atmıştı ki telefon çaldı. Arayan Höglund’du.

      “Evde misin şimdi? Seni bir milyon defa aradım. Neden cep telefonun açık değil?”

      “Ne oldu?”

      “Lund’daki doktorun muayenehanesini aradım tekrar. Patoloji uzmanıyla konuştum. Bir şey bulduğunu söyledi. Sonja Hökberg’in başının arkasında, kafatasında bir çatlak varmış.”

      “Trafoya düştüğünde ölü müymüş?”

      “Belki değilmiş ama muhtemelen bilinci kapalıymış.”

      “Bir şekilde kendine zarar vermiş olamaz mı?”

      “Doktor bunu bir insanın kendi kendine yapamayacağından emin.”

      “Tamam o hâlde,” dedi Wallander. “Hökberg öldürüldü.”

      “Başından