İki denizciyi görmeyi hiç ummadığınız bir yerde. Babamla birlikte Avrupa’ya uçmuştuk, babam o sıralar Amerikan ordusunda albaydı. Bana Rus bölgesinin göbeğindeki o küçük, tecrit edilmiş kaleyi, yani Berlin’i göstermek istemişti. Pan Am uçağıyla Hamburg’dan uçtuğumuzu hatırlıyorum; uçak ordudan askerlerle doluydu, siyah cüppeleri içinde birkaç rahip dışında hemen hemen hiç sivil yoktu. Ortam gergindi ama en azından karşı karşıya gelmiş iki kızgın boynuzlu geyik gibi, doğu ile batının sıra sıra dizili tankları yoktu. Bir akşam, Friedrich Caddesi’nden çok uzakta değil, babamla kendimizi birden bir kalabalığın içinde bulduk. Karşımızda bir grup Doğu Alman askeri, sonradan beton bloklardan örülü bir duvar hâline dönüştürülecek olan dikenli tel örgüleri kurmakla meşgullerdi. Hemen yanımda seyreden ben yaşlarda bir adam vardı, o da üniformalıydı. Ona nereli olduğunu sordum, bana İsveçli olduğunu söyledi. Bizim Håkan’dı, elbette. Tanışmamız böyle oldu. Orada durup Berlin’in bir duvarla ikiye bölünüşünü izledik, bir dünyanın kangrenmiş gibi kesilip atıldığını söyleyebiliriz.
“Doğu Almanya’nın başkanı Ulbricht bunun, ‘özgürlüğü korumak ve yükselmeye devam edecek sosyalist bir devlete temel oluşturmak için’ yapıldığını söylemişti. Ama biz o gün, Berlin Duvarı yapılmaya başlandığında, karşı tarafta kalan yaşlı bir kadın gördük, ağlıyordu. Üstü başı yırtık pırtıktı ve yüzünde büyük bir yara izi vardı; plastik yapay bir de kulağı vardı sanki ama ikimiz de emin olamamıştık. Birlikte şahit olduğumuz ve asla unutamadığımız şey, diğer tarafta kalan kadının, gözleri önünde tel örgü geren askerlere doğru çaresizce uzattığı eldi. Zavallı kadın çarmıha gerili falan değildi, sadece bizden yardım istercesine elini uzatıyordu. Sanırım işte o an her ikimiz de asıl görevimizin ne olduğunu kavramıştık: dünyanın özgür kalmasını sağlamak ve bundan sonra başka hiçbir ülkenin hapishaneyi andıran duvarlar arkasında kalmasına müsade etmemek. Birkaç hafta sonra Ruslar nükleer silah denemeleri yapmaya başlayınca bu kararımızın doğruluğundan daha da emin olmuştuk. O sıralar ben artık çalıştığım üsse, Groton’a dönmüştüm, Håkan da trenle İsveç’e ama birbirimizin adresini almıştık ve bu, bizim hâlâ devam eden arkadaşlığımızın başlangıcı oldu. Håkan o sıralar yirmi sekiz yaşındaydı, ben de yirmi yedi yaşımı henüz yeni kutlamıştım. Kırk yedi yıl gerçekten çok uzun bir zaman.”
“Hiç Amerika’ya ziyaretinize geldi mi?”
“Ah, evet, sık sık gelirdi. Belki on beş kez gelmiştir, belki daha da fazla.”
Bu cevap Wallander’i şaşırtmıştı. Håkan von Enke’nin Birleşik Devletler’e sadece ara sıra gittiğini sanıyordu. Linda böyle dememiş miydi? Yoksa yanlış mı hatırlıyordu?
“Bu her üç yılda bir ziyaret anlamına geliyor,” dedi Wallander.
“Gerçek bir Amerika hayranıydı.”
“Hep uzun mu kalırdı?”
“Üç haftadan az kaldığı pek olmazdı. Louise hep yanında olurdu. Karımla çok iyi anlaşıyorlardı. Bizi ziyaret etmelerini dört gözle beklerdik.”
“Herhâlde oğulları Hans’ın Kopenhag’da çalıştığını biliyorsunuz?”
“Onunla bu gece buluşmak için sözleştim.”
“O zaman kızımla birlikte yaşadıklarını biliyorsunuz sanırım?”
“Evet, biliyorum. Ama onunla başka bir zaman tanışacağım. Hans çok meşgul. Bu gece saat ondan sonra kaldığım otelde buluşacağız. Yarın Louise’i görmek için Stockhlom’e uçacağım.”
Yağmur durmuştu. Sturup’a inmek üzere olan bir uçak evin üzerinden alçaktan geçmiş, pencereleri zangırdatmıştı.
“Sizin fikriniz nedir?” diye sordu Wallander. “Onu benden daha iyi tanıyordunuz.”
“Bilmiyorum,” dedi Atkins. “Bunu söylemeyi sevmiyorum. Direkt cevap vermekten kaçan insanlardan değilim. Ama kendi arzusuyla gidecek, karısıyla oğlunu terk edecek biri olduğuna inanamam; şimdi bir de torunu var, onları endişeden ölecek hâlde bırakacağını hiç sanmam. İstemediğim hâlde havlu atmak durumundayım.”
Atkins fincanını boşalttı ve ayağa kalktı. Kopenhag’a dönme zamanı gelmişti. Wallander Ystad’a giden ana yola nasıl çıkacağını ve oradan da Malmö’ye nasıl gideceğini açıkladı. Atkins tam ayrılmak üzereyken cebinden küçük bir taş çıkardı ve Wallander’e uzattı.
“Bir hediye,” dedi. “Yaşlı bir Kızılderili bana kabilesindeki bir gelenekten bahsetmişti, sanırım Kiowa’dandı. Eğer birinin bir derdi varsa, yanında bir taş taşır, mümkünse ağır bir taş ve üstünden yükü atana dek onu yanında gezdirir. Ancak ondan sonra taşı atar, yoluna daha rahat ve hafiflemiş şekilde devam eder. Siz de bu taşı cebinize koyun. Koyun ve Håkan’a ne olduğunu öğrenene kadar da yanınızdan ayırmayın.”
Atkins yokuştan aşağı arabasıyla gözden kaybolurken el sallayan Wallander, sıradan kırık bir mermer taş, dedi kendi kendine. Grev Caddesi’ndeki apartman dairesinde yazı masasının üstünden kaybolan taşı da hatırlamıştı. Atkins’in Håkan von Enke ile ilgili anlattıklarını düşündü. Wallander 1961 Ağustos’uyla ilgili o günleri hiç hatırlamıyordu. Kendisinin on üç yaşına bastığı yıldı ve bütün hatırladığı, ister gerçek ister hayal ürünü olsun, sürekli kadınlarla ilgili hayaller kurmasına neden olan çoşan hormonlarıydı.
Wallander 1960’lar jenerasyonundandı ama siyasi hareketlerin hiçbirine katılmamış, Malmö’de yapılan protesto yürüyüşlerine gitmemişti. Zaten ne Vietnam Savaşı’nın sebebini anlamıştı ne de adını bile duymadığı ülkelerde yapılan özgürlük hareketlerine ilgi duymuştu. Linda ona sık sık ne kadar az bilgisi olduğunu söyler dururdu. Wallander siyasete genellikle polisin, kanun ve emirleri uygulama gücüne sınır getiren daha yüksek bir otorite olarak bakmıştı ve hepsi de bu kadardı. Seçimlerde oyunu kullanırdı ama hiçbir zaman kime oy vermek istediğinden tam emin olamazdı. Babası koyu bir Sosyal Demokrat’tı; kendisinin de genellikle desteklediği partiydi ama bu, gerçekten bir fikri olduğundan değildi.
Atkins’le görüşmeleri nedense huzurunu kaçırmıştı. Kendi iç dünyasında Berlin Duvarı etkisi yapmış bir anı aradı ama bulmadı. Onun dünyası gerçekten bu kadar dar mıydı ki dış dünyada meydana gelen büyük olaylar onu böyle hiç etkilememişti? Hayatta kendisini rahatsız eden şeyler nelerdi peki? Kötü muamele görmüş çocukların resimleri elbette ama bunu değiştirmek için kalkıp bir şeyler de yapmamıştı doğrusu. Bahanesi hep çok işi olmasıydı. Sokakları suçlulardan temizlemekle bir şekilde insanlara yardım etmiş oluyorum, diye düşündü. Ama bundan başka? Dışarıda, üstünde henüz bir şey bitmemiş arazilerde gezdirdi gözlerini ama aradığı şeyi bulamadı.
O akşam yazı masasını toplayıp düzenledi ve geçen sene Linda’nın kendisine doğum günü hediyesi olarak aldığı yapbozun parçalarını üstüne boşalttı. Degas’ın bir yağlı boya resmiydi. Sistemli bir şekilde parçaları ayırdı ve yapmaya başlayarak sol alt köşeyi meydana çıkardı.
Kafası sürekli Håkan von Enke’nin başına ne gelmiş olabileceğiyle meşguldu ama asıl düşündüğü kendi kaderiydi.
Olmayan Berlin Duvarı’nı arıyordu hâlâ.
10
Haziran başlarında bir öğleden sonrası, Wallander arabasına atlayıp Ystad’daki marinaya gidip iskeledeki en son banka kadar yürüdü. Burası kafasını dinlemek istediği zamanlarda severek geldiği yerlerden biriydi, rahipsiz bir günah çıkarma yeri, canını sıkan bir şey üzerinde düşünmek istediği