Хеннинг Манкелль

Huzursuz Adam


Скачать книгу

von Enke’nin kariyerini tehlikeye atmasıyla ilgili Sten Nordlander’in sözlerini hatırlamıştı. Ytterberg bir mektup açacağıyla tırnaklarını temizliyordu. Koridorda önlerinden ıslık çalarak birisi geçti. Wallander şaşırarak melodiyi tanıdığını fark etti. II. Dünya Savaşı’ndan kalma eski ünlü bir parçaydı. “Yeniden karşılaşacağız, nerede bilmem, ne zaman bilmem…” Parçayı kendi kendine sessizce mırıldandı.

      “Stockholm’de ne kadar kalacaksınız?” diye sordu Ytterberg, sessizliği bozarak.

      “Bu öğleden sonra eve dönüyorum.”

      “Bana ev numaranızı verin, sizi gelişmelerden haberdar ederim.”

      Ytterberg onu Bergs Caddesi’ne çıkan kapıya kadar geçirdi. Wallander Kungsholmstorg’a doğru yürüyüp bir taksi durdurdu ve oteline döndü. Odasına çıkıp “Rahatsız Etmeyiniz” işaretini kapı kulpuna astı ve yatağa uzandı. Düşünceleri yeniden Djorsholm’deki doğum günü partisine kaydı. Håkan von Enke’nin nasıl davrandığı, neler söylediğiyle ilgili anlara, sessizce parmak ucunda yaklaşır gibi özenle yaklaştı hafızasında. Aklında kalanları yeniden gözden geçirirken doğru gelmeyen bir şeyler arıyordu. Belki de yanılmıştı. Belki onun korku olarak gözlemlediği şey korku falan değildi. Bir insanın yüz ifadesi pek çok farklı anlamda yorumlandırılabilirdi. Gözleri bozuk olup yakını iyi göremeyen insanlar, bazen kaba ve karşısındaki küçümseyen biriymiş gibi görüntü verebilirlerdi. İzini bulmaya çalıştığı adam artık altı gündür kayıptı. Wallander kaybolan birçok kişinin yeniden ortaya çıktığı dönemi artık geride bıraktıklarının farkındaydı. Bu kadar uzun bir zaman sonra kaybolanlar genelde geri dönerlerdi ya da hayatta olduklarına dair bir işaret verirlerdi. Oysa Håkan von Enke’den hiç iz yoktu.

      Basbayağı yok oldu, dedi Wallander kendi kendine. Adam yürüyüşe çıktı ve bir daha geri dönmedi. Pasaportu evdeydi; yanında para yoktu, hatta cep telefonunu bile almamıştı. Telefon konusu Wallander’i düşündüren noktalardan biriydi. Çözüm isteyen bir bilmeceydi, bir cevap gerekiyordu. Håkan telefonunu elbette unutmuş olabilirdi ama böyle bir şeyi neden kaybolduğu sabah yapmış olsundu? Akla mantığa sığmıyordu ve ortadan kaybolmasının kendi arzusuyla olmadığıyla ilgili teoriyi de bu yüzden güçlendiriyordu.

      Wallander yeniden Ystad’a dönmek için hazırlanmaya başladı. Trenin kalkmasına bir saat kala gara yakın bir restoranda öğle yemeği yedi. Trende birkaç kare bulmacayla zaman geçirdi. Her zamanki gibi bilemediği birkaç sözcük çıkmış, o da sözcükleri bulmak için kendini zorlamıştı. Saat dokuzda eve vardı. Jussi’yi geri aldığında, sahibini yeniden gördüğü için sevinçten deliye dönen köpeğin üstüne atlayışıyla neredeyse yere devrilecekti.

      Wallander emniyetteki özel hattından Martinson’u aradı.

      Martinson’un telesekretere kaydettiği mesajından onun bütün gün yasa dışı göç konulu bir seminer için Lund’da olacağını öğrendi. Wallander bunun üzerine Kristina Magnusson’u arasa mı acaba diye düşündü ama sonra aramamaya karar verdi. Birkaç bulmaca daha çözdü, buzluğu çözüp temizledi, ardından da Jussi ile birlikte uzun bir yürüyüşe çıktı. Çalışamadığı için sıkılıyor ve kendisini huzursuz hissediyordu. Telefon çalınca bir hamlede ahizeyi kaptı. Genç bir kadın cıvıl cıvıl bir sesle ona dolaba kaldırılabilen, kullanıldığında da fazla yer tutmayan bir masaj aletiyle ilgilenip ilgilenmediğini soruyordu. Wallander ahizeyi hırsla çarparak telefonu kapattı ama sonra bunu hak edecek hiçbir şey yapmamış olan kıza çıkıştığına pişman oldu.

      Sonra telefon yine çaldı. Cevap verip vermemekte kararsızdı, biraz bekledikten sonra açtı. Karşı tarafın hattında arka plandan çıtırtılı sesler geliyordu, sanki arama uzak bir yerden yapılıyormuş gibiydi. Sonunda sesi de duyabildi.

      İngilizce konuşuyordu.

      Doğru kişiyle mi görüştüğünü soran bir erkekti arayan, Kurt ile görüşmek istiyordu, Kurt Wallander ile.

      Gürültüyü bastırıp kendini duyurmak için, “Benim,” diye bağırdı Wallander. “Kimsiniz?”

      Sanki bağlantı kesilmiş gibiydi. Wallander tam ahizeyi yerine koymak üzereydi ki ses yeniden duyuldu, üstelik bu kez daha anlaşılır şekildeydi ve daha yakın.

      “Wallander mi?” dedi adam. “Kurt siz misiniz?”

      “Evet, benim.”

      “Ben Steven Atkins. Kim olduğumu biliyor musunuz?”

      “Evet, biliyorum,” diye bağırdı Wallander. “Håkan’ın arkadaşısınız.”

      “Bulunabildi mi?”

      “Hayır.”

      “Efendim? ‘Hayır’ mı dediniz?”

      “Evet, ‘hayır’ dedim.”

      “O hâlde bir haftadır kayıp neredeyse?”

      “Evet, aşağı yukarı.”

      Hatta yine çıtırtılar duyulmaya başlamıştı. Wallander Atkins’in cep telefonu kullandığını tahmin etti.

      “Endişelenmeye başlıyorum,” diye bağırdı Atkins. “O öyle durup dururken ortadan kaybolacak biri değildir.”

      “Kendisiyle en son ne zaman konuştunuz?”

      “Geçen hafta, pazar günü. Öğleden sonraydı. İsveç saatiyle.”

      Kayboluşundan bir gün önce, diye düşündü Wallander.

      “Onu siz mi aramıştınız, yoksa arayan o muydu?”

      “O beni aramıştı. Bana bir yargıya vardığını söylemişti.”

      “Ne hakkında?”

      “Bilmiyorum. Söylemedi ki.”

      “Hepsi bu kadar mı? Bir yargıya varmış? Mutlaka başka şeyler de söylemiştir?”

      “Kesinlikle hayır. Telefonda konuştuğu zaman hep çok dikkatliydi. Bazen telefon kulübesinden arardı.”

      Hat cızırdadı ve yine gitti. Wallander nefesini tutuyordu; görüşmeyi kaçırmak istemiyordu.

      “Neler olduğunu bilmek istiyorum,” dedi Atkins. “Çok endişeleniyorum.”

      “Bir yere gideceğini söylemiş miydi?”

      “Uzun bir süreden beri daha mutlu gibiydi. Håkan bazen çok karamsarlaşabiliyordu, yaşlanmayı sevmiyordu, ömrünü doldurmuş olmaktan korkardı. Sizin yaşınız kaç, Kurt?”

      “Ben altmış yaşındayım.”

      “Ah, bu bir şey değil. E-posta adresiniz var mı, Kurt?”

      Wallander güç de olsa adresini heceledi ama interneti çok nadiren kullandığından hiç bahsetmedi.

      “Size mesaj göndereceğim,” diye bağırdı Atkins. “Neden çıkıp buraya gelmiyorsunuz? Ama önce Håkan’ı bulun!”

      Sesi yine giderek uzaklaşıyordu ve sonra bağlantı tamamen koptu. Wallander orada elinde ahizeyle öylece kalakalmıştı. Neden çıkıp buraya gelmiyorsunuz? Ahizeyi yerine koydu, elinde not defteri ve kalemle mutfak masasına çöktü. Steven Atkins kendisine yeni bir adres vermişti, doğrudan kulağına fısıldamıştı, ta uzaklardaki Kaliforniya’dan. Atkins’le görüşmelerini tekrardan düşündü, satır satır, cümle cümle. Kaybolmasından bir gün önce Håkan von Enke Kaliforniya’yı aramıştı, Sten Nordlander’i veya kendi oğlunu değil. Bu bilinçli bir seçim miydi? O görüşmeyi bir telefon kulübesinden mi yapmıştı? Von Enke o görüşmeyi yapmak için Stockholm sokaklarına mı çıkmıştı? Cevabı olmayan bir soruydu bu. Tamamını gözden geçirdiğine emin olana dek bütün konuşmalarını