bana söylediği bu. Onun pozisyonundaki insanların doğruyu söyleyip söylemediğini asla bilemezsin. İşlerini yapış şekilleri yalan dolan, dalavere üzerine kurulu bir oyun. Senin benim gibi sıradan polislerin bazen insanları kandırdığımız doğru ama bunun bizim profesyonel işleyişimizin esasını oluşturduğu söylenemez.”
Telefon görüşmesinden sonra Wallander önündeki yazı masasının üstünde açık duran soruşturma notlarının olduğu dosyanın başına döndü. Dosyanın yanında kötü biçimde darp görmüş bir kadın resmi vardı. Bu işi işte bu yüzden yapıyorum, dedi kendi kendine. Çünkü onun yüzü bu hâlde, çünkü birisi onu öldüresiye dövmüş.
Wallander o akşam eve döndüğünde Jussi’yi hasta buldu. Köpek bir şey yememiş, içmemiş, kulübesinde yatıyordu. Wallander bir an soğuk terler döktü ve hemen bir zamanlar Ystad civarındaki çayırlarda otlayan taylara saldıran birini yakalamasında kendisine yardım etmiş bir veteriner hekimi aradı. Adam Kåseberga’da oturuyordu ve geleceğine söz verdi. Muayene sonrası Jussi’nin yediği bir şeyin onu bozduğu ortaya çıkmıştı, kısa zaman sonra iyileşeceğini söyledi. Jussi o geceyi paspasın üstünde, ateşin önünde geçirdi. Wallander kontrol edip iyi olup olmadığına sık sık baktı. Ertesi gün Jussi sarsak bir hâlde olsa da yeniden ayağa kalktı.
Wallander rahatlamıştı. Ofise gelip bilgisayarını açarken aklından Steven Atkins’in kendisine son beş gündür bir şey yollamadığı geçti. Belki artık söyleyecek bir şeyi kalmamıştı veya gönderecek fotoğrafı. Ama tam öğle üzeri, Wallander dışarı çıkıp bir yerlerde öğle yemeği düşünmeye başladığı sırada resepsiyondan bir telefon geldi. Ziyaretçisi vardı.
“Kim?” diye sordu Wallander. “Ne istiyormuş?”
“Yabancı biri,” dedi resepsiyonist. “Polis memuru galiba.”
Wallander aşağı inip ön büroya gitti. Gelen yabancıyı hemen tanımıştı. Adamın üstünde polis üniforması değil, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin üniforması vardı. Kolunun altına sıkıştırdığı şapkasıyla karşısında Steven Atkins duruyordu.
“Böyle habersiz gelmek istemezdim,” dedi. “Ama Kopenhag’da iken, buraya varış saatini yanlış hesaplamışım. Sizi evden de aradım, cebinizden de ama cevap alamadım, ben de çıkıp geldim.”
“Bu ne sürpriz,” dedi Wallander. “Ama hoş geldiniz elbette, bunun İsveç’e yaptığınız ilk ziyaret olduğunu düşünmekle yanılıyor muyum?”
“Evet. Arkadaşım Håkan kendisini ziyaret etmem için hep davet ederdi ama hiç fırsat bulamamıştım.”
Şehir merkezinde Wallander’in yemeklerini güzel bulduğu bir restoranda öğle yemeği yediler. Atkins etrafıyla ilgili dost canlısı bir insandı. Sorduğu sorular sadece nezaket icabı değil, samimiydi; verilen yanıtları can kulağıyla dinliyordu. İlk başlarda Wallander Atkins’in bir denizaltı komutanı olduğuna inanmakta güçlük çekmişti, hem de Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin en büyük nükleer güce sahip türlerinden birinin. Bunun için fazlasıyla neşeli bir tipti. Ama elbette, iyi bir denizaltı komutanı nasıl olur, bir fikri de yoktu.
Atkins’i İsveç’e gelmeye iten şey tamamıyla ve sadece arkadaşının başına ne geldiğini merak etmesiydi. Wallander Atkins’in ne kadar endişeli olduğunu görünce çok duygulanmıştı. Yaşlı bir adam, kayıp başka bir yaşlı arkadaşını merak ediyordu, gösterdiği yakınlık çok bariz bir dostluk örneğiydi.
Atkins, Kastrup Havaalanı’nda bulunan Hilton’a giriş yapmış, sonra da bir araba kiralayıp Ystad’a gelmişti.
“İnanılmaz derecede uzun o köprü üstünde araba sürmek nasıl bir şey denemem gerekiyordu,” dedi bir kahkaha atarak.
Wallander adamın bembeyaz dişlerine gıpta etti. Yemekten sonra emniyeti arayıp öğleden sonra işe dönmeyeceğini bildirdi. Sonra beraberce Wallander’in evine doğru yola koyuldular. Atkins’in köpeklere çok düşkün olduğu ortaya çıktı. Jussi ile kısa zamanda birbirlerine kaynaştılar. Jussi’ye tasmasını takıp birlikte uzun bir yürüyüşe çıktılar; açık arazide yürüyüş için ayrılan patika yollarda bazen mola verip, kimi zaman deniz, kimi zaman da engebeli bir kır manzarasını içlerine çekerek seyrediyorlardı. Atkins birden Wallander’e dönüp baktı; dudağını ısırarak, “Håkan öldü mü?” diye sordu.
Wallander onun niyetini biliyordu. Atkins sorusunu Wallander’in baştan savma veya tam gerçekleri yansıtmayan bir cevabın arkasında saklayamayacağı şekilde sormuştu. Açık ve kesin bir yanıt istiyordu. Gemisinin kaybolup kaybolmadığını bilmek isteyen bir denizaltı komutanı gibiydi.
“Bilmiyoruz. Hiçbir iz bırakmadan kayboldu.”
Atkins bir süre onu süzdü, sonra ağır ağır başını salladı. Yürümeye devam ettiler ve yarım saat kadar sonra da eve döndüler. Wallander kahve yaptı. Birlikte mutfaktaki masada oturdular.
“Bana Håkan ile aranızda geçen son telefon görüşmesinden bahsetmiştiniz,” dedi Wallander. “Görüştüğü kişi neden bahsettiğini bilmiyor olsa neden bir sonuca vardığını söylemiş olsun?”
“Bazen insanlar kendi aklından geçenlerin karşısındaki tarafından bilindiğini sanır,” dedi Atkins. “Belki de Håkan onun neyi kastettiğini bildiğimi sanıyordu.”
“Pek çok kere görüşmüş olmalısınız. Sürekli gündeme gelen belli bir konu var mıydı? Bahsettiğiniz pek çok şeyin yanında, daha önemli olan?”
Wallander sorularını hazırlamamıştı. Sanki sorulması kaçınılmazmış gibi sorular kendiliğinden ağzından dökülüyordu.
“Aşağı yukarı aynı yaşlardaydık,” dedi Atkins. “İkimiz de Soğuk Savaş dönemi çocuklarıydık. Ruslar Sputnik’i fırlattıklarında ben daha yirmi üç yaşındaydım. Korkudan neredeyse ölecektim, onu bizim üstümüze yönlendirmelerinden korkuyordum. Håkan da bana benzer şekilde hissettiğini söylemişti bir keresinde ama daha masumca, tüyleri diken diken eden türden değildi onun düşünceleri: Ruslar oradaydı ama bana göründükleri kadar canavarca görünmüyorlardı Håkan’a. O zamanlar bizler her şeyden etkilenirdik. NATO üyesi olmadıklarına Håkan’ın canının sıkıldığını hatırlıyorum. Bunun feci şekilde yanlış bir karar olduğunu düşünüyordu. Ona göre tarafsız bir siyaset izlemek sadece yanlış ve tehlikeli değil aynı zamanda hipokrasinin de ta kendisiydi. Bizler onlarla aynı taraftaydık. Siyasetçiler neyi savunursa savunsun, İsveç sahipsiz bir ülke değildi. Wennerström’ün maskesi düşürülüp gerçek kişiliği ortaya çıktığında Håkan beni aramıştı; o günü hâlâ dün gibi hatırlıyorum. 1963 Haziran’ı idi. Pasifik Okyanus’una yollanmak üzere olan bir denizaltıda ikinci kaptandım. Wernerström’ün vatan hainliğiyle suçlanıp Ruslar lehine casusluk yapıyor olması gerçeğine içerlemiş değildi. Buna bayram etmişti! Håkan, sonunda İsveçlilerin ortada neler döndüğünü anlayacaklarını düşünüyordu. Ruslar, İsveç savunma sisteminin tamamına sızmışlardı. Nereye baksanız taraf değiştirmiş bir ajan görüyordunuz ve Ruslar bir gün ülkesine girip işgal ettiği zaman, İsveç’i kurtaracak tek şey NATO üyeliği olacaktı. Bana konuşmamızda sürekli gündeme gelen bir şey olup olmadığını sormuştunuz. Evet, hep siyaset konuşurduk. Buna siyasetçilerin Ruslarla aramızdaki güç dengesini sağlama imkânını nasıl zayıflattığı da dâhildi. İçinde politika konusu geçmeyen tek bir görüşmemizi bile hatırlamıyorum.”
“Madem hep siyasetten konuşuyordunuz,” diye öğrenmek istedi Wallander, “vardığı yargı ne olabilirdi? Daha önce de onu böyle çok sevindiren durumlar olmuş muydu?”
“Hatırladığım kadarıyla yok ama biz birbirimizi neredeyse elli yıldır tanıyoruz.