Henri Barbusse

Cehennem


Скачать книгу

a insanın sevdiği ve takdir ettiği Barbusse, zincirlerinden kurtulmak için savaşan halkın davasını bütün bilinciyle sahiplenmiş gerçek bir entelektüel ve eşi az bulunan bir savaşçıydı. İşçi sınıfına ve Ekim Devrimine sarsılmaz bir sadakatle bağlı olan yoldaş Barbusse; devrimci, halk dostu ve barış savunuculuğu ile baştan itibaren, devrimin ateşli bir koruyucusu olmuştu.

V. İ. LENİN

      Onun hayatı, kavgası, tecrübeleri ve kişiliği bütün ülkelerin genç nesil işçilerine ve insanlığın kapitalist esaretten kurtuluş savaşına örnek olacaktır.

MAKSİM GORKİ

      Barbusse’ün kitapları Türkçeye çevrilmemiştir. Türk okurları henüz onun kim olduğunu bilmiyor, bunun için ilk yapılacak iş, kitaplarının hiç olmazsa birkaçının dilimize çevirmek olmalıdır.

NÂZIM HİKMET

      Bence, Henri Barbusse bir yüksek, bir gerçek sanatçının nasıl çalışması, nasıl yaşaması, nasıl ve niçin dövüşmesi lâzım geldiğini, bütün bir insan soyuna en muazzam ölçülerle gösteren bir âbidedir.

SABAHATTİN ALİ

      İnsanlığın kurtuluşu uğrunda durup dinlenmeden çarpışan, inandığı gerçekleri hiç bir tehlikeden çekinmeden, asil bir feragatle zalimlerin suratına haykıran ve yalnız sözle kalmayarak, fikrini hareketiyle birleştiren bu büyük adamın misali daima aramızda yaşayacak ve bize yol gösterecektir.

NURULLAH ATAÇ

      O, devrinin en kuvvetli kalemi, en kuvvetli mücadelecisi, en ileri idealisti idi. Bir fikir için yaşamasını, bir fikri yaşatmak için yaşamasını bildi. Onun çetin, nankör bir yolda daima hedefine doğru aydınlık bir gidişi vardı.

Dr. SUPHİ NURİ İLERİ

      Çevirmenin Önsözü

      Henri Barbusse, 1908’de okurla buluşan ilk romanı Cehennem’i, hayatının türlü mecburiyetler yüklenmek zorunda kaldığı bir döneminde kaleme alır. Bu fazlasıyla kişisel roman, günlük işler tamamlanıp gecenin sessizliği ortalığa çöktüğünde yazılır. Eser, biçimini natüralizm kadar, natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden sanatçılardan ödünç alır. Barbusse’ün yaşam öyküsünü kaleme alan Jean Relinger’ye göre, Cehennem, natüralizmden varoluşçuluğa uzanan bir dile sahiptir. Romanda yer alan acı, kötümserlik, boğucu atmosfer, yalnızlık, yaşam sıkıntısı, resmedilen insanlık trajedileri her iki akımdan da izler taşır.

      Émile Zola’dan beri yazılmış tüm gerçekçi eserlerden daha çok okunup tartışılan Cehennem, yalnızca 1917 yılında, ana vatanı Fransa’da 100 binden fazla satar. Bunda hikayenin felsefi temelinin sağlamlığının da rolü olduğunu iddia etmek, elbette doğru bir yaklaşım olacaktır. Roman, çoğunlukla gecenin bilinmezliğinin son noktaya ulaştığı alacakaranlıkta geçer. Bunun da ötesinde, yazarın görmemize ve anlamamıza izin verdiği her şeyi, tıpkı sinemada kameranın kilitlendiği tek bir nokta gibi, bir pansiyonun iki odasını birbirinden ayıran duvardaki bir delikten görürüz. Barbusse, ışığın bile zor aştığı o küçücük delikten, sonsuzluğu geçirir özenle. Yan odada yaşanan her şey, makro evrenin mikro yansımasıdır adeta. Dünyanın büyük gerçekleri, küçücük bir sahnede sergilenir. Jean Relinger, yolu yan odadan geçen insanların hayatına yapılan bu tecavüzden, sancılı bir doğum sonrası, bir insanlık gerçeği doğduğu şeklinde özetler romanı.

      Barbusse, okuyucuya, dünyaya ve insanlığa dair gerçeği keşfetmesi için bir şans sunar. Ama bunu ne bilinci yöneterek, ne de peygamber rolüne soyunarak yapar. Aksine, kendisi de yüzleştiği bu gerçek karşısında endişe duyar. Sorgular, akıllara şüphe eker, ama yine de toplumun yalanlarına karşı alternatif bir gerçek sunmaktan özenle kaçınır.

      Romanın kaleme alınmasının üzerinden koca bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, Barbusse ve cehennemi bize hiç de yabancı değil. Onun iç dünyasında verdiği savaş, bugün hala yüreklerimize dokunabiliyor, yazdıkları bize bizi fısıldıyor.

      Alacakaranlığın aydınlığa döndüğü, kendi alternatif gerçeğinizi bulduğunuz keyifli bir okuma olsun.

Gülay OKTAR

      I

      Ev sahibesi, Lemercier aile pansiyonunun tüm olanaklarını birkaç kelimeyle özetledikten sonra, beni odamda yalnız bıraktı.

      Bir süreliğine yaşayacağım bu odanın ortasında, aynanın tam karşısında durdum. Odaya ve kendime baktım.

      Toz kokusunu içine hapsetmiş gri bir oda. Biri valizime ev sahipliği yapan iki sandalye, ince omuzlu, kalın kumaşlı iki koltuk, yeşil çuhadan örtüsüyle bir masa, birbirini takip eden girintili çıkıntılı deseniyle bakışları üzerine çeken ve akşamın bu saatinde toprak rengine bürünmüş bir şark halısıydı tüm gördüğüm.

      Tamamen yabancı olmalarına rağmen, her şey nasıl da tanıdık görünüyordu gözüme: maun taklidi bu yatak, şu soğuk tuvalet masası, mobilyaların yerleştiriliş şekli ve dört duvar arasındaki bu boşluk…

      Daha önce defalarca ziyaret edilmiş hissi verecek kadar yıpranmış bir oda bu. Kapıdan pencereye kadar uzanan ve birçok adımın günden güne çiğnediği aşikâr halı, bu yıpranmışlığın en büyük kanıtı. Elimi uzatsam dokunabileceğim kadar alçak kartonpiyer zamanla biçimini yitirmiş, bir bölümü içeri doğru çökmüş, bazı yerleri sallanıyor; şöminenin mermeri köşelerden sivriliğini yitirip yumuşak bir yuvarlaklığa bürünmüş. İnsanın dokunduğu her şey umut kırıcı bir yavaşlıkla siliniyor.

      Eşyalar koyu gölgelere de karışıyorlar aynı zamanda. Tavan da, bir fırtına göğü gibi yavaş yavaş kararmaya başlamış. Beyaz kaplamaların ve pembe duvar kağıdının el değen yerleri siyaha dönmüş: kapının kanadı, kilidin çevresi, gömme dolabın boyası ve pencerenin sağ tarafındaki duvarın, tam da perde kordonlarının çekildiği bölümü. Sanki tüm insanlık bir duman gibi buradan geçip gitmiş. Beyaz kalan tek şey pencere.

      Ya ben? Diğerleri gibi bir adam. Tıpkı bu akşamın diğer akşamlardan farksız oluşu gibi.

      Sabahtan beri seyahat halindeyim; telaş, formaliteler, bavullar, tren, farklı şehirlerin solukları.

      Kendimi koltuğa bıraktığım anda, her şey birden daha sakin ve daha hoş hale geliyor.

      Taşradan Paris’e kesin dönüşüm, hayatımda önemli bir basamağı işaret ediyor. Bir bankada uygun bir mevki buldum. Günlerim değişmek üzere. İşte bu değişiklik yüzünden, bu akşam, güçlükle de olsa, her zamanki düşüncelerimden sıyrılıp kendimi düşünüyorum.

      Önümüzdeki ayın ilk günü otuz yaşına basacağım. Babamla annemi kaybedeli on sekiz yıl oluyor ya da yirmi. Olay öyle geçmişte kaldı ki, artık anlamını yitirdi. Hiç evlenmedim; çocuklarım yok ve olmayacak da. Bu durumun canımı sıktığı zamanlar oluyor, özellikle de insanlık var olduğundan beri devam eden bir soyun benimle birlikte biteceğini düşündüğümde.

      Mutlu muyum? Evet; ne tuttuğum bir yas var, ne pişmanlığım ne de karmaşık arzularım; demek ki mutluyum. Çocuk olduğum zamanlardan hatırladığım, mistik duygularımın, ruhsal aydınlanmalarımın olduğu. Geçmişimle baş başa kalıp kendimi kapatmama neden olacak marazi bir aşk yaşıyordum. Olağanüstü bir önem bahşediyordum kendime; hatta diğer insanlardan üstün olduğumu düşünme noktasına geliyordum! Ama tüm bunlar, günlük hayatın anlamsızlığı içinde yavaş yavaş kayboldu.

      İşte şimdi buradayım.

      Oturduğum koltuktan aynaya yaklaşmak için eğilip kendime bakıyorum.

      Ufak tefek, ağırbaşlı (keyfim yerinde olduğunda hayat dolu olsam da), düzgün giyinen bir adam; kişiliğimin dışarı yansıyan kısmında ne ayıplanacak ne de dikkat çekecek bir şey var.

      Yeşil olduğu halde, anlaşılmaz biçimde siyah zannedilen gözlerime yakından bakıyorum.

      Nedendir bilinmez, birçok şeye inanıyorum, her şeyin üstünde de Tanrı’nın varlığına, dinin kör inançlarına değil ama. Din, alçakgönüllü