diyaloglar… Ardından, yerleştirilen çatal bıçağın ve tabakların tekdüze konseri.
İki komşum da, her biri kendi köşesinde, çene çalıyor. Dışında kaldığım sohbetlerinin mırıltılarını duyuyorum. Gözlerimi kaldırıyorum. Karşımda, ışık saçan alınlar, pırıltılı gözler, kravatlar, bluzlar, beyaz örtüsüyle ışıl ışıl parlayan masanın üzerinde hareket eden eller. Tüm bunlar aynı anda hem ilgimi çekiyor, hem de gözümü korkutuyor.
Bu insanların ne düşündüklerini, kim olduklarını bilmiyorum; kendilerini birbirlerinden saklıyor ve sakınıyorlar. Bir duvara çarpar gibi, ışıklarına çarpıp geri savruluyorum.
Bilezikler, kolyeler, yüzükler… Mücevherlerin parıltılı hareketlerine, yıldızlar kadar uzak hissediyorum kendimi. Genç bir kız dalgın mavi gözleriyle bana bakıyor. Bu tarz bir safirin karşısında ne yapabilirim?
Konuşuyorlar, ama her birini kendine terk eden bu gürültü, beni de, tıpkı ışığın gözlerimi kör etmesi gibi, sağırlaştırıyor.
Yine de bu insanlar, konuşmanın tesadüfi akışı içinde, bazı anlarda, çok önem verdikleri şeyleri düşündüklerinden olsa gerek, sanki yalnızmış gibi görünüyorlar. Bu gerçeği fark ettiğim an, hatırladığım bir anıyla benzim soldu.
Biri paradan bahsetti ve sohbet bu konu üzerinde genelleşti. Masanın etrafındakiler para düşüncesiyle şöyle bir yerlerinde kıpırdandılar. Gözlerinde muhtemelen deste deste para saydıkları açgözlü bir hayal belirdi, tıpkı kendini yalnız hissettiği anda hizmetçi kızın gözlerinde beliren büyük hayranlığa benzer sessiz bir teslim oluş içindeydiler.
Savaş kahramanları zafer nidalarıyla anıldı; masadaki erkekler akıllarından “Ya ben!” diye geçirdiler, sosyal durumlarındaki gülünç eşitsizliğe ve tutsaklıklarına rağmen, ne düşündüklerini gösterircesine coştukça coştular. Tüm bunlardan gözleri kamaşmış bir genç kızın yüzündeki şaşkınlığı gördüm. Ağzından fırlayan hayranlık nidasına engel olamadı. Kim bilir hangi düşüncenin etkisiyle kızardı. Kanın dalga dalga yüzüne yayıldığını gördüm, kalbi sanki ışık saçıyordu.
Gizli bilimler ve öbür dünya fenomenleri tartışıldı. “Kim bilir!” dedi birisi, ardından ölümden bahsedildi. Bu konu açıldığında, davetlilerden ikisi, masanın zıt iki ucunda oturan, birbirleriyle konuşmayan ve birbirlerinin farkında değilmiş gibi görünen bir kadın ve bir erkek, beni şaşırtan bir şekilde bakıştılar. Ölüm düşüncesinin yarattığı huzursuzlukla bakışlarının karşılaştığını görünce, bu iki insanın birbirini sevdiğini ve geceleri birbirlerine ait olduklarını anladım.
…Yemek sona ermişti. Genç insanlar salona geçmişti.
Bir avukat, gün içinde görülen bir davadan bahsediyordu yanındakilere. Davanın konusu gereği, ihtiyatla, neredeyse sır verircesine dile getiriyordu olanları. Bir adam, bir kız çocuğuna tecavüz ederken aynı anda onu boğmuş, küçük kurbanın çığlıkları duyulmasın diye de, avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemişti. Bu insanlıktan uzak yaratık, mahkemede “Öyle çok bağırıyordu ki birileri yine de onu duyabilirdi, neyse ki fazla gençti” diye anlatmıştı.
İnsanlar birer birer susuyor, her biri, yüzünde sanki oralı değilmiş gibi bir ifadeyle, avukatı dinlemeye başlıyor. Uzak kalanlar, belli ki konuşmacıya yaklaşmak arzusunda. Sessizlik, ortaya çıkan bu resmin, ürkek içgüdülerimizin maruz kaldığı bu korkunç darbenin etrafını, ruhlarımıza yayılan muazzam bir gürültü gibi çevreliyor.
Ardından, bir kadın kahkahası duyuyorum, içten bir kahkaha bu, belki sahibinin masum olduğuna inandığı, ama yine de tüm varlığını okşayan, kuru, çatlak bir kahkaha. Biçimsiz içgüdüsel çığlıklardan ibaret, neredeyse tensel birleşmeyi anımsatan bir kahkaha patlaması… Kadın susup sessizliğe bürünüyor. Ve konuşmacı, insanlar üzerinde yarattığı etkiden emin, sakin bir sesle, canavarın itiraflarını anlatmaya devam ediyor: “Kız uzun süre direndi, sürekli bağırıp duruyordu! Mutfaktan aldığım bir bıçakla karnını deşmek zorunda kaldım.”
Yanında küçük kızıyla oturan genç bir anne, huzursuzca kıpırdanıyor, hafifçe doğrulsa da, gidemiyor. Yeniden oturup çocuğunu gizlemek için öne doğru eğiliyor; hem dinlemek istiyor, hem dinliyor olmaktan utanıyor.
Bir başka kadın hareketsiz kalıyor, başı öne doğru eğilmiş, ama dudakları acıklı bir şekilde, kendini savunurcasına sımsıkı kapalı. Yüzündeki dünyevi maskenin altında, bir kurbanının çılgın gülümsemesinin, tıpkı bir el yazısı gibi belirdiğini görüyorum.
Ve erkekler!… Şuradaki, sakin ve sıradan görünenin kesik kesik soluduğunu net bir biçimde duyuyorum. Şu kişiliksiz bir kentsoylu yüzüne sahip olan, yanındaki genç kadına hararetle bir şeyler anlatıyor. Bir yandan da tenini delip geçen bir bakışla bakıyor kadına, içten içe kendisinden utanmasına neden olan, ışıltısıyla gözlerini rahatsız eden, ağırlığıyla onu ezen, varlığından daha güçlü bir bakış bu.
Adamın bakışındaki çiğliği fark ediyorum, dudakları titreyerek aralanıyor. İnsan denen makinenin bu tetikte hali afallatıyor beni, karşı cinsin taze etine doğru birbirine çarparak uzanan kanlı dişler beliriyor hayalimde.
Ve odadakiler, küfürler ve hakaretlerle, hep bir ağızdan caniye öfkesini gösteriyor.
…Böylece bir an için de olsa, yalan söylemiyorlar. Belki farkında olmadan, kendilerine itirafta bulunuyorlar, neyi itiraf ettiklerini bile bilmeden. Neredeyse kendileri oluyorlar. Bakışları, arzularını dışa vuruyor ve o bir anlık yansımada, dudaklarının mühürlediği, suskun kalan ne varsa görünür oluyor.
İşte görmek istediğim bu: bu düşünce, bu yaşayan hayalet. Omuz silkerek masadan kalkıyorum. Gözlerimin önünde örtülerinden soyunan adamların ve kadınların, çirkinliğine rağmen bir sanat eseri kadar güzel bulduğum samimiyetini görme telaşıyla, yukarı çıkıyorum. Yeniden odamdayım, iki yana açtığım kollarımı sanki sarılıyormuşum gibi duvara dayayıp, yan odaya bakıyorum.
O, orada, ayaklarımın dibinde öylece uzanıyor. Boş olmasına rağmen, insanların birbiriyle karşılaştığı ve iletişim kurduğu zamanlardan çok daha canlı görünüyor. O insanların silinmek, kendilerini unutturmak için kalabalıklara, yalan söylemek için bir sese ve arkasına saklanmak için bir yüze ihtiyaçları var.
III
Gecenin tam ortası. Kadife gibi kalın gölgeler her taraftan üzerime eğiliyor.
Etrafımdaki her şey, karanlıklara gömüldü. Bu karanlığın ortasında, dirseklerimi yuvarlak masaya dayamış, güneş gibi parlayan lambanın ışığında oturuyorum. Çalışıyor gibi görünüyorum, ama gerçekte, dinlemekten başka yapacak işim yok.
Az önce yan odaya baktım. Kimse yok, ama kuşkusuz biri gelecek.
Biri gelecek, belki bu akşam, belki yarın, belki bir başka gün. Kaçınılmaz olarak biri gelecek, ardından başkaları birbiri ardına gelecekler. Bekliyorum ve sadece bunun için yaratılmışım gibi geliyor bana.
Yatağıma uzanmaya bile cesaret edemeden, uzun süre bekliyorum. Sonra, çok geç saatte, epeydir devam eden sessizlik beni felce uğratmışken, bir gayret gösterip, yeniden duvara kenetleniyorum. Dua ederek, gözlerimi deliğe yaklaştırıyorum. İçerisi karanlık, her şey gölgelere karışmış. Oda, geceyle, bilinmezlerle, her çeşit olasılıkla dolu. Kendimi sırt üstü yatağıma bırakıyorum.
Ertesi sabah, gün ışığının