Henri Barbusse

Cehennem


Скачать книгу

şaşkın, kalakalıyorum. Ağzımdan fırlamaya çalışan bir iniltiyi bastırıp, nefesine karışan karanlığı gözlemeye koyuluyorum.

      El yordamıyla birtakım nesnelere dokunuyor. Parmaklarının ucunda parlayan bir kibritin aleviyle, silueti yavaş yavaş aydınlanıyor. Ellerinin, alnının ve boynunun solgun beyazlığını görüyorum ve yüzü, bir peri kızı gibi beliriyor önümde.

      Elinde tuttuğu zayıf ışığın birkaç saniye boyunca bana gösterdiği bu kadın yüzünde, çizgilerden eser yok. Parmaklarının ucundaki alevle, şöminenin önünde çömeliyor. Siyah ve soğuk nemin içinde, kuru odunların çatırdadığını duyuyorum. Lambayı yakmadan kibriti atıyor ve odada, şöminenin ateşi dışında bir aydınlık kalmıyor.

      O, küçük bir esintiyle, önünden gelip geçerken, ocak kızarıyor. Batmakta olan güneşin önünde duruyormuş gibi görünüyor. Uzun zarif bedeninin, karanlıkta kalan kollarının ve bir altın rengine bir pembeye dönen ellerinin siluetlerine değiyor bakışlarım. Gölgesi kah bacaklarına tırmanıyor, kah duvarlara atılıp ateşin yansıdığı tavanda dolanıyor.

      Alevler parıltılarıyla saldırıyor ona sanki. Ama o kendini gölgesinin içinde korumaya devam ediyor, yine saklanıyor. Hâlâ örtüler altında ve gri, elbisesi kederle dökülüyor bedeninden.

      Karşıma, divana oturuyor. Bakışı, odanın içinde yumuşacık kanat çırpıyor.

      Gözleri bir an, gözlerimde duruyor; bilmeden, bakışıyoruz.

      Ardından, daha keskin bir bakış yerleşiyor gözlerine. Aklına bir şey ya da biri düşmüş olmalı ki, dudakları hafifçe aralanıyor, sıcak bir armağan gibi, gülümsüyor.

      Çıplak yüzdeki çıplak ağız. Hiç durmadan kanayan, kalbe benzeyen, kan kırmızı bir ağız, bir yara gibidir ve bir kadının ağzını görmek de yaralar insanı.

      Ben de, bir gülümsemeyle kendini aralayıp kanayan bu kadın karşısında titremeye başlıyorum. Divan, geniş kalçalarının baskısıyla içine gömülüyor. Birbirine yaklaşmış ince diz kapaklarıyla, bedeninin orta bölümü bir kalp şeklini alıyor.

      …Divana yarı uzanmış halde, eteğini iki eliyle hafifçe kaldırarak ayaklarını ateşe uzatıyor ve bu hareketiyle, ince siyah çoraplarını dolduran bacakları ortaya seriliyor.

      Ve bedenim, yukarı doğru tırmanarak, karanlıkta, olağanüstü derinliklerde kaybolan bu iki erotik çizgi karşısında, kızgın demirle dağlanmış gibi çığlık atıyor.

      Parmaklarım kasılıyor, bakışlarım, orada, alnı geceye karışmış, kendini tamamen sunmuş halde yatan kadına kenetleniyor. Yerde sürünen kan rengi aydınlık, umutsuzca, adeta insanca bir çabayla, üzerine tırmanmaya çalışıyor.

      Küçük bir hareketiyle, etek yeniden bacaklarını örtüyor. Yine eski haline dönüyor kadın. Hayır, başka biri artık. Çünkü bir anlığına da olsa, yasak teninin bir kısmını gördüm ve şimdi, odalarımızın birbirine karışan gölgelerinde, o teni yeniden görmek için pusudayım. Az önce, erkeklerin bir dine tapar gibi taptığı, bin türlü umutla, akla mantığa karşı gelerek görmek için yalvardığı o sıradan ama büyük, o göz kamaştıran hareketi yapmış, elbisesinin eteğini kaldırmıştı!

      Şimdi yürüyor ve eteğinin hışırtısı, karnımın içinde kanat seslerine dönüşüyor.

      Bakışım, dalgın gülümsemesinin donup kaldığı çocuksu suratından uzaklaşıyor, kendimi zorlayarak da olsa, ruhunu ve düşüncesini unutmaya çalışıyorum, istediğim tek şey bedeni. Tıpkı onu kuşatıp salıvermeyen ateş gibi sahip olmak istiyorum ona. Ama bakışlarım, ayaklarının dibine düşmekten ve elbisesine hafifçe dokunmaktan başka bir şey yapamıyor. Tıpkı şöminenin o muhteşem, yalvaran, tırmanan, parçalar halinde göğe doğru akan alevleri gibi!

      Sonunda beklediğim oluyor, kadın kendini tam anlamıyla sergiliyor.

      Ayakkabılarını çıkarmak için bacaklarını yukarı kaldırarak bedenini önüme seriveriyor.

      Parlak çizmelerinin içinde hapsolmuş küçük ayaklarını görebiliyorum artık. İpek çorabın sardığı ince dizleri, genişçe açılmış baldırlarıyla, narin bileklerinin üzerinde kırılgan bir amforaya benziyor. Dizkapağının arkasındaki çukurda, çorabın sona erdiği o beyaz ve bulutumsu yerde, galiba bir parça çıplak ten görünüyor. Bu tutkulu karanlıkta, yanan odunların onu saran zayıf ışığında, çizgilerin ayırdına varamıyorum. Gördüğüm iç çamaşırının ince kumaşı mı, yoksa teni mi? Hiçbir şey mi, yoksa her şey mi? Bakışlarım, bu çıplaklığa erişebilmek için, gölgeler ve alevlerle kıyasıya bir mücadele halinde. Alnım, göğsüm ve avuç içlerim duvara yapışık halde, bu engeli yıkıp öbür tarafa geçmek için şiddetli bir arzu duyuyorum. Gözlerim karanlığa dikili, daha iyi görmeye, daha fazlasını görmeye çalışarak işkence ediyorum kendime.

      Varlığının karanlık gecesine, sıyrılmış elbisesinin o yumuşak, sıcak ve müthiş kanadının altına dalıyorum. Nakışlı iç pantolonu, gölgelerle dolu karanlık bir yarık halinde aralanıyor, oraya doğru atılan bakışlarımı çılgına çeviriyor. Görmek istediğim neredeyse her şey orada, bu açık, çıplak gölgenin içinde. Bedeninin etrafını hafif bir tütsü bulutu gibi saran ve kokusunu taşıyan ince giysinin ortasındaki, derinliklerinde bir meyve saklayan o karanlığı delip geçmek istiyorum.

      Bir an boyunca, böyle kalıyoruz. Az önce aynadaki kendi yansımasından korkan, şimdi ise yalnızlığının kusursuz saflığında, karşısındaki hayali bir adamın bakışlarına meydan okuyan bir tavra bürünmüş bu kadının önünde, duvara yapışmış bekliyorum… Tüm saflığıyla kendini sunan kadın, derin düşüncelere dalmış gibi görünüyor…

      Şöminenin ateşi sönmeye yüz tutuyor, bu yüzden, soyunmaya başladığında, onu nerdeyse hiç göremiyorum. Maalesef ikimizin arasındaki bu büyük şölen karanlıkta gerçekleşecek.

      Uzun, dağınık, insana benzemeyen siluetini görüyorum. Neredeyse sönükleşmiş güzelliğinin içinde, zarif, okşayıcı ve hoş sesler çıkararak, yumuşacık deviniyor. Kollarının hareketlendiğini, büküldüğünü, ardından çıplak kaldıklarını hissediyorum.

      Az önce ince bir ipek parçası halinde yavaşça yatağın üzerine düşen şey, bedenini sımsıkı saran korsesi olmalı… Bulutumsu eteği ayaklarına doğru akarken sanki her şeyi aydınlatıyor. O içinde değilken hiçbir değeri olmayan elbiseden kurtulduğunu görüyorum gibi geliyor bana ve bacaklarının biçimini fark ediyorum.

      Belki de öyle olduğunu sanıyorum, çünkü gözlerim neredeyse hiçbir şey görmüyor. Sadece ışık yoksunluğundan değil, kalbimin kederli çabası, hayatımın vuruşları, kanımın karanlık gölgeleri yüzünden kör olmuş gibiyim… Bu muhteşem bedenin peşine düşen gözlerim değil, onun gölgesiyle çiftleşen gölgem sanki.

      İçimde bir çığlık kopuyor: karnı!

      Karnının yanında, göğüslerinin, bacaklarının ne önemi var ki! Düşüncelerini ve yüzünü de o kadar dert etmiyorum artık. İstediğim tek şey karnı ve bir kurtuluş yolu gibi ona ulaşmaya çalışıyorum.

      Kasılıp kalmış ellerime güç veren, bir bedene kavuşmuş gibi ağırlaşmış bakışlarımın, karnına ihtiyacı var. Tüm kurallara ve yargılara rağmen, erkek bakışı, daima, tıpkı bir yılanın deliğine ilerlemesi gibi, kadının en mahrem yerine doğru çekiliyor.

      O benim için sadece kadınlığından ibaret değil. Bir kalp gibi kanayan, bir lirin telleri gibi titreyen, bir ağız gibi açılan o gizemli yara değil sadece. İçimi dolduran bir koku yayılıyor ondan, süründüğü yapay parfümün kokusu değil bu, derinliklerinden gelen,