bir dokunacak zamanım olur. Kendimi tutuyorum. Kirlenmiş bir isim, hapis, namus lekesi, açlık ve sefalet. Tüm bunlar öyle yakınımda ki, tüylerimi ürperten bir korkuya kapılıyorum. Şiddetli bir titreme beni olduğum yere çiviliyor.
Ama çok geçmeden, bir başka düşünce ortaya çıkıveriyor. Bir hayal tenimin derinliklerine işliyor: belki de o ilk korku anı geçtiğinde, kendini kollarıma bırakırdı, bu tutku ona da bulaşır, bedeni, dokunuşumla, şaşkın bir kabulleniş içinde alev alırdı…
Hayır, yine hayır! Çünkü o zaman da hafif bir kız olurdu ve o tür kızları her arzu ettiğinde bulabilir insan. Böyle bir kadını kollarının arasına alıp, ona istediğin her şeyi yapmak basit. Fiyatı tarifeye bağlı. Paranın açamayacağı kapı yok, sevişen çiftleri izleyebileceğiniz evler bile var. Eğer o, hafif bir kız olsaydı, şu an asla bir melek gibi yalnız görünemezdi.
Onu böyle kusursuz bulmamın nedeni, benden ayrı olması ve aramızdaki duvar. Bunu aklıma ve bedenime kabul ettirmem gerek. Işıldamasına neden olan yalnızlığı, bir yandan da görkemli bir biçimde koruyor onu. Gizeminin kaynağında, el değmemiş gerçekliği, kraliçesi olduğu evrensel yalnızlığı ve bu yalnızlığın yaşattığı kesinlik duygusu var. Uzaktan, erdeminin ötesinden gösteriyor kendini ve teslim olmuyor: bir başyapıta benziyor. Sonsuz derinliğin ve sessizliğin kenarında, bir heykel ya da müzik parçası gibi, mesafeli ve değişmez kalıyor.
Ve beni kendine çeken her şey, yaklaşmamı da engelliyor. Mutsuz olmam gerek, aynı anda hem hırsız hem kurban olmam gerek… Arzu etmekten, hayal ve umut yoluyla kendimi aşmaktan başka çarem yok. Arzu etmek ve arzuma sahip çıkmak.
Bir anlığına, başımı çeviriyorum, kendimi kurtarmaya çalıştığım şey ne kadar da güçlü ve şiddetli. Gözlerimin önünde sınırsızca büyüyen deliğin içinde, çıkardığı tatlı sesleri duymamaya çalışıyorum… Çıldırıyor muyum? Hayır, çılgın olan gerçeğin kendisi.
Tüm bedenim ve düşüncemle, tensel zaafımın üstesinden geliyorum. Bedenim susuyor ve hayal etmeyi bırakıyor. Yıkıntılarımın üzerinden bakmaya devam ediyorum.
Sanki bana acımış gibi, yeniden giyiniyor, her şeyi örtüyor.
Şimdi lambayı yakıyor. Başka bir elbise giymiş, herkesten sakladığı tüm o güzel sırları benden de saklıyor. Yeniden saflığının yasını tutmaya koyuluyor.
Birbiriyle alakasız birkaç hareket yapıyor. İşte şimdi boyunu ölçüyor, şakaklarına biraz allık sürüyor, sonra siliyor, aynada, iki farklı şekilde gülümsüyor kendine, hatta bir anlığına, hayal kırıklığına uğramış bir ifade veriyor yüzüne. Anlamlı anlamsız bin çeşit küçük hareket icat ediyor… Hem süslenme merakını, hem saflığını ortaya koyan hareketler bunlar.
…Aynada kendine soylu bir bakış fırlattığı anda, bir kez daha, bakışlarımız karşılaşıyor.
Bir eliyle, üzerinde abajursuz bir lambanın ışıldadığı masaya yaslanmış… Lambanın özgür ışığı, ellerini, çenesini, yüzünün etrafını ve gözlerinin altını canlı bir parıltıyla yıkıyor adeta.
Gölgelerin içinden bu güneş maskesiyle çıktığından beri, onu tanımıyorum. Ama bir gizemi hiç bu kadar yakından görmemiştim… Işığıyla sarmalanmış halde, orada öylece kalıyorum, heyecandan titriyorum. Sanki bugüne kadar hiçbir kadın tanımamışım gibi, varlığı beni alt üst ediyor.
Gözlerini benimkilerden ayırmadan hemen önce gülümsüyor ve ben, bu gülümsemenin ve bu yüzün olağanüstü değerini ta yüreğimde hissediyorum…
Gidiyor… Ona hayranım, ona saygı duyuyorum, ona tapıyorum. Ona karşı, gerçeğe dair hiçbir şeyin zarar veremeyeceği bir aşk besliyorum ve bu aşkın ne umut etmek ne de bitmek için hiçbir nedeni yok. Hayır, gerçek şu ki, ben daha önce, bir kadının ne olduğunu bilmiyordum.
Akşam yemeğine katılmıyor. Ertesi gün de evden ayrılıyor.
Gitmek üzereyken tekrar görüyorum onu. Birileri önünden koştururken, ben, merdivenin aşağısında, giriş holünün yarı karanlığında duruyorum. Aşağıya iniyor, beyaz eldivenli narin eli, parlak siyah tırabzanın üzerinde, bir kelebek gibi sekiyor. Küçük ayakları öne doğru havalanıyor. Düne göre daha ufak tefek görünüyor gözüme, ama onu ilk gördüğüm seferki haline benziyor. Ağzı öyle küçük ki, sanki onu olduğundan küçük göstermek için özel bir çaba gösteriyor gibi. İnci grisi elbisesi cıvıldıyor… Geçip gidiyor, bir parfüm bulutu içinde buharlaşıyor…
Bana sürtünerek geçiyor, o anda beni görebilecekken elbette görmüyor (oysa odalarımızın karanlığında, ikimiz tek bir gülümseme olmuştuk!) Başkalarının yanındayken karşılaştığınız insanların o sönük ışıklı, acımasız haline bürünmüş gibi. Aramızda duvar yok, uçsuz bucaksız boşluk ve sonsuz zaman var. Dünyanın tüm güçleri var aramızda.
İşte ona son bakışım bu oluyor. Pek bir şey anlamıyorum, çünkü bir gidiş asla tam olarak anlaşılmaz. Onu bir daha hiç görmeyeceğim. Ne çok ilham çiçeklenip yok oluyor; ne çok güzellik, tatlı zaaf, ne çok mutluluk kayboluyor. Ölümle sonlanacağı kesin, belirsiz bir hayata doğru, yavaşça uzaklaşıyor kadın. Günleri nasıl yaşanacak olursa olsun, son gününe doğru gidiyor.
Onun hakkında söyleyebileceğim tek şey bu.
…Bu sabah, her bir detaya kesinlik kazandıran gün ışığı beni kollarıyla sarmalarken, kalbim çırpınıyor ve inliyor. Her yer, engin bir boşluk. Bir şey gerçekten bittiğinde, her şey bitmiş gibi gelmez mi insana?
Adını bilmiyorum… O kendi kaderine gidecek, ben benimkine. İkimizin varlığı birbirine bağlanmış olsaydı bile, birbirlerini çok az tanıyacaklardı. Ama birlikte olduğumuz o müthiş akşamı asla unutmayacağım.
IV
Bu sabah, önceki günün hayaliyle uyandım. Ama heyecanım biraz azalmış gibi. Üzerinden bir gün geçtiğinden olsa gerek, şimdiden kalbimden bir parça uzaklaşmış sanki. Bu konuda hiçbir şey yapmazsam, hatırası ölüp gidecek mi?
Birden, onu yazmak arzusu kaplıyor içimi. Günler geçerken toz misali dağılıp yok olmasınlar diye, hissettiklerimi tüm detaylarıyla, kesin bir biçimde kaydetmeliyim.
Ama kâğıdın beyazlığı karşısında, söyleyecek neyim varsa anında unutuyor, anılarımın içinde kaybolduğu tatlı bir göz kamaşması yaşıyorum.
Gözlerimin yorulmasına rağmen, büyük bir dikkatle, her şeyi yazıyorum. Yazdıkça coşuyorum. Yaşananların gerçekliğini doğrudan aktardığımı sanıyorum. Sonra yazdıklarımı yeniden okuyorum, hiçbir anlamı yok, sadece art arda dizilmiş kelimeler.
Sıradışı gerilimler, trajik sıradanlık, fazlasıyla yoğun ve yıkıcı uyum, neredeler? Bu yazı yaşamıyor. Gerçeğe dair bir kelimeler yığını sadece. Cümleler ordalar, kâğıt üzerinde, siyah zincir halkaları gibi düzen içinde duruyorlar.
Bu cansız işaretlerin gerçekliğe dönüşmesi için ne yapmak gerek?
Karşımdaki zorluğu aşmayı deniyorum. İlham verecek, özgün bir detay arıyorum… Onu pencerenin aydınlığında ilk gördüğümde fark ettiğim bir ayrıntıyı hatırlayıp, bunun üzerine gitmeye karar veriyorum: “Üzerinde mavi, yeşil ve sarı renkler vardı.” Hiç de öyle değildi, gerçeği anlatmayan bu çocukça karalamayı yok ediyorum… Önemli olan, bedenini tasvir etmek. Kendimi, büyük bir titizlikle bu işe veriyorum, antik bir heykelle karşılaştırmalar yapıyorum. Yazdıklarımı yeniden okurken, öfkeye kapılıp, bir hamlede, onları da yok ediyorum.
Daha enerjik, çarpıcı kelimeler deniyorum ve