Steve Taylor

Çöküş


Скачать книгу

target="_blank" rel="nofollow" href="#n145" type="note">145 takipçileri” diyen bir halkın yönetici sınıf olmasıyla yaklaşık MÖ 3300’de başladı. DeMeo’ya göre “Samilerle ortak pek çok yanları vardı.”146 Konuştukları dil, aslında Sami (ya da Hint-Avrupalı) olmadıklarını gösteriyor. Ancak sözcük dağarcıklarında Sami dillerinden geçmiş pek çok kelime bulunduğu için onlarla yakın temas içinde oldukları da aşikâr.

      Sümerlerin kökenleri de muğlak. Ancak MÖ 4. binyılın son yarısında Mezopotamya’ya varan göçmenler olduklarını bildiğimiz için147 onların da çölleşmeden kaçtığını varsayabiliriz. Arabistan ve Suriye çöllerinin kültürüyle benzerlikler taşıyan ilk dönemlerden kalma silindir şeklindeki mühürler de bu görüşü destekliyor.148 Sümerlerin Samilerle de ilişkileri vardı. Kökenleri ne olursa olsun ilk başlardan itibaren aralarında Sami azınlıkların olduğu biliniyor. Zaman ilerledikçe Sami dillerinden aldıkları kelimelerin sayısı da arttı. Bu durum insana, Samilerin daha baskın bir kültür olmaya başladığını düşündürüyor. En sonunda Sümerlerin çoğu “Sami kökenli” haline geldi.149 DeMeo’ya göre, arkeolojik kanıtlar “Nil, Fırat ve Dicle nehirleri etrafındaki (yani Mısır ve Sümer uygarlıklarının geliştiği yerlerdeki) ve Doğu Akdeniz, Anadolu ve İran’ın daha nemli yüksek yerlerindeki yerleşim alanlarının, Arabistan ve/veya Orta Avrupa’yı terk eden halklar tarafından işgal edildiğini ve ele geçirildiğini”150 gösteriyor.

      Aslında bu bağlantıları kurmamıza hiç gerek yok çünkü kültürlerine baktığımızda antik Mısır veya Sümer’de yaşamış insanların zaten Sahra-Asyalı oldukları çok açık. İlk başlarda sadece kısmen atacıl olsalar da kültürleri Eski Avrupalılar ya da diğer tarihöncesi insanlarınkine kıyasla Hint-Avrupa ve Sami halklarınkine çok daha yakındı.

      Toplumsal tabakalaşmanın Sümer kültürünün bir parçası olduğunu zaten gördük. Sümerler maddiyat ve zenginlik konusunda son derece “modern” bir tutkuya sahiptiler. Bu özellikleri, avcı-toplayıcıların mülkiyetten uzak kültürlerine elbette çok yabancıydı. Samuel Noah Kramer’in de ifade ettiği gibi, “Sümerler servet ve mülkiyet edinmek için takıntılı bir çaba içerisindelerdi.” Belgeler “tarlaları sürekli ekili tutmak, bahçeleri sebzelerle donatmak, ağılları koyunlarla doldurmak ve daha fazla süt, kaymak ve peynir üretmek için insanların takıntılı derecede endişelendiğini”151 gösteriyor. Bu sahip olma tutkusu, elbette toplumsal eşitsizliği de doğurdu. Mezarlıkların ortasında yer alan kraliyet ailesine ait kabirlere müthiş servetler gömülüyordu. Aynı zamanda mezarlıkların uzak köşelerinde yer alan pek çok mülksüz, sade ve küçük kabir de mevcuttu.152 MÖ 3. binyıldan kalma planlar ise evlerin çok farklı büyüklükte inşa edildiğini gösteriyor. Bazı evler özenle tasarlanmış büyük “malikaneler,” bazılarıysa zaten var olan binaların arasında kalan boşluklara sıkışmış bir odalı harap kulübelerdi. Cambridge Üniversitesi’nden arkeolog Joan Oates şunları söylüyor:

      Mezopotamya’daki (Sümerlerin de üzerinde yaşadığı geniş toprak parçasındaki) toplumsal yapının belki de en ilginç yanı, iktisadi kutuplaşmanın her daim varlığını sürdürmesiydi. Toplum iki gruba ayrılmıştı: üretim araçlarına -özellikle de toprağa- sahip olanlar ile bunlara bağımlı olanlar.153

      Sümer, hepsi de birbirinden 15-50 km uzaklıkta ve Fırat ile Dicle nehirleri arasına yayılmış pek çok kentten oluşuyordu (bu şehirlerin sayısı MÖ 2500’de yaklaşık elli taneydi). Bu şehir-devletlerinin ilk kralları sonrakilere kıyasla daha az zalimdiler. Ancak yine de birbirleriyle savaşıyorlardı. Dolayısıyla devasa surlar inşa etmeye ve atlı “savaş arabaları” gibi askerî teknolojiler geliştirmeye mahkûmdular. MÖ 3. binyılın ilk yarısına gelindiğinde vahşet ve askerî hırs tamamen hüküm sürmeye başlamıştı. Joan Oates’ın da yazdığı gibi, her ne kadar bölgeye bu dönemde hâkim olan Akadlar (Sami bir halk) daha sonraki Sümerler kadar savaşçı olmasa da,

      günümüze kalan tarihi metinler, talan ve katliamların Akadların yayılmacı siyasetine eşlik ettiğini ortaya koyuyor. Ünlü Ur Kaidesi’ndeki154 savaş sahnesi, esirlere yapılan kötü muamele karşısında tam bir vurdumduymazlık sergilemekte.155

      MÖ yaklaşık 2400’de tüm Mezopotamya, savaşçı ve aynı zamanda Akadlı olan Kral Sargon tarafından fethedildi. Sargon dünyanın ilk imparatoruydu. Pek çok askerî harekât düzenledi (keşfedilen vakayinameler en az otuz dört “büyük savaşı” ayrıntılarıyla anlatıyor) ve imparatorluğunu Yakın Doğu’nun büyük bölümüne yaydı. Bir vakayinamede bunu nasıl başardığı şöyle tasvir ediliyor:

      Akad Kralı Sargon, Uruk şehrini yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Uruk sakinleriyle savaştı ve onları katletti. Uruk Kralı Lugal-Zaggisi ile muharebe etti ve onu yakaladı. Ayağına zincir vurarak onu Emil kapısından geçirdi. Akad Kralı Sargon, Ur şehrinin lideriyle de savaştı ve onu öldürdü. Şehrini yerle bir etti ve surlarını yıktı. E-Nimmar’ı yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Lagaş’dan denize kadar uzanan bütün toprakları yerle bir etti ve silahlarını denizde yıkadı.156

      Bütün bunlara rağmen ilk Sümerlerin kendilerinden sonra gelenlere kıyasla tam olarak atacıl olmadığına dair de bazı kanıtlar mevcut. Belki de bunun nedeni, fethettikleri bölgelerde yaşayan insanların anacıl özelliklerini özümsemeleriydi. Erken dönem Sümer, kesinlikle erkek egemen bir toplumdu -aslında toprak tek tek bireyler yerine ailelere aitti (bu durum, atacıllığın derecesinin oldukça düşük olduğunu düşündürüyor). Ancak yine de ailenin sadece erkek üyeleri mal mülk işleriyle uğraşma hakkına sahipti. Zaten sonrasında bireysel mülkiyet yaygınlaştı. Kuramsal olarak kadınların toprak sahibi olması mümkünse de fiilen neredeyse sadece erkekler mal mülk edinebiliyordu. Ancak yine de kadınların toplumsal mevkisi sonraki dönemlere kıyasla daha yüksekti. İlk Sümer tanrıları arasında önemli tanrıçalar da vardı (belki bu özelliği de işgal ettikleri yerlerin anacıl kültüründen almışlardı). Günümüze kadar ulaşmış bir belge, MÖ 2000 gibi geç bir tarihte bile Elam şehir-devletinde evli bir kadının kocasıyla ortak vasiyetname imzalamayı redderek tüm mal varlığını kızına bıraktığından bahsediyor.157 Tüm bunlar tarihçi H. W. F. Saggs’ın da dediği gibi, “İlk Sümer şehir-devletlerinde kadınların toplumsal mevkisinin daha sonraki dönemlere kıyasla kesinlikle çok daha yüksek olduğunu”158 gösteriyor.

      İlk Mısırlıların taptığı pek çok tanrıça da vardı. Kadınlar mevki sahibiydi ve kendi evlerine sahip olabiliyorlardı. Sanat eserleri onları özgür ve baskı altında tutulmayan insanlar olarak temsil ediyor. Tapınaklardaki resimlerse kadınları erkeklerle aynı büyüklük ve uzunlukta gösteriyor (bunu eşit toplumsal mevkide olduklarının bir kanıtı olarak yorumlayabiliriz). Aslında Antik Mısır’da “karı” anlamına gelen nebtper kelimesi “evin hâkimi” anlamını da taşıyordu.159 Ancak ilk dönemlerden itibaren erkek egemenliğin yeni bir gelenek olarak yerleşmeye başladığını da görüyoruz. DeMeo’nun da yazdığı gibi, işgalciler bölgenin kontrolünü ele geçirdiklerinde “kadınların toplumsal mevkisi hemen kölelik ve cariyeliğe düştü.”