Steve Taylor

Çöküş


Скачать книгу

kadar gaddardılar. Kocalarından çalan kadınlar ölümle cezalandırılabiliyordu. Bir kadın kocasından kaçan bir kadına yardım eder ve onu saklarsa her ikisinin de kulakları kesiliyordu. Bir kadın başını örtmeden sokağa çıkarsa fıçı tahtasıyla dövülüyordu.181 Ortadoğu, Hindistan ve Çin’deki kadınlar -özellikle de üst sınıfa mensup olanlar- toplumdan kopuk bir şekilde yaşamaya zorlanıyor, aile bireyleri dışında herhangi bir erkekle konuşmalarına ya da yanlarında bir erkek refakatçi olmadan dışarı çıkmalarına izin verilmiyordu.

      Bu kadar aşırı bir kadın düşmanlığının ortaya çıkması Avrupa’da daha uzun zaman aldı; muhtemelen Sahra-Asya’dan uzakta olduğu için Neolitik dönemin anacıl kültürü varlığını orada daha uzun süre koruyabilmişti. Kadınlar, Hint-Avrupalı istilası başladıktan sonra bile Eski Avrupa kültürünün en etkili olduğu birkaç yerde asırlar boyunca yüksek mevki sahibi olmaya devam ettiler. Örneğin İspanya’nın Bask bölgesinde, İrlanda’da ve İskoçya’nın kuzeyinde evlenme, boşanma ve istedikleri kişiyle arkadaşlık kurma özgürlüğüne sahiptiler. Hatta bir çift evlendiğinde genellikle gelinin ailesinin yanına taşınıyordu.182 Ancak Avrupa’nın geri kalan “uygar” kısmında kadınların toplumsal mevkisi neredeyse Ortadoğu’daki kadar düşüktü. Antik Yunan’da -ki burası demokrasinin doğduğu yer olarak bilinir- kadınların mülkiyet ya da siyasi hakları yoktu. Karanlık bastıktan sonra evden çıkmaları yasaktı. Antik Roma’da da dışlanarak (“eskort kızlar” olarak istihdam edilmedikleri sürece) sosyal faaliyetlere katılmalarına izin verilmiyordu. Bir kadın kız çocuğu doğurduğunda babanın bebeği öldürme hakkı vardı.183

      Kadın düşmanlığı, Hıristiyanlığın yayılmasıyla Avrupa’nın tümünde etkili olmaya başladı. Erkekler (özellikle de ruhban sınıfına mensup olanlar) kadınları onları baştan çıkaran “kötü” varlıklar olarak görmeye başladılar. Kadınlar, şeytan tarafından kolayca yoldan çıkarılabilen -ve çoğu zaman onun için çalışan- doğuştan günahkârlardı. Bu tutum Orta Çağ’da vuku bulan cadı avlarıyla doruk noktasına ulaştı. Bazı tahminlere göre 1485-1784 yılları arasında en az dokuz milyon masum kadın, çoğunlukla dini nedenlerden ötürü cinsellikten uzak durmak zorunda kalan ruhban sınıfının emriyle “cadı” oldukları gerekçesiyle öldürüldü. Piskoposlar “tehlikeli” -yani çoğu zaman zeki, bağımsız, refah seviyesi yüksek ve aşırı güzel- kadınların kökünün kazınmasını, Tanrı’nın onlara verdiği ilahî bir görev olarak görüyordu. Bu nedenle öldürdükleri kadın sayısıyla böbürleniyorlardı. Örneğin İspanyol Engizisyon Mahkemesi’nden Torquemada (neredeyse hepsi kadın) yüz binden fazla insanı idam ettirdiği için gurur duyuyordu. Tarihçi Gordon Rattray Taylor, kadın cinayetlerinin -Engizisyon Mahkemesi’nin dinsel zulmüyle birlikte- İspanya’nın nüfusunun sadece iki asırda yirmi milyondan altı milyona düşmesine neden olduğunun altını çiziyor.184

      İnsan ırkının tarihi bu… Yani, yüzyıllar boyunca süregelen bir şiddet, baskı ve sefalet öyküsü. Tarihin genelde “ileri” doğru gittiğini düşünür, onun zamana yayılmış bir iyileşme ve gelişme hikâyesi olduğuna inanırız. Bazı açılardan -özellikle teknoloji, tıp ve bilim tarihi söz konusu olduğunda- bunun doğru olduğu ve insanoğlunun müthiş bir ilerleme kaydettiği şüphesiz. Ancak bu bölümde anlattığımız tarihsel dönemi bir önceki bölümdekiyle kıyasladığımızda, insanlık tarihindeki en önemli olayın ani ve müthiş bir gerileme olduğu ortaya çıkıyor -ahenkten kaosa, barıştan savaşa, hayatı kutsamaktan can sıkıntısı ve kasvete, akıl sağlığından deliliğe doğru geçen dramatik bir dönüşüm.

      Ancak hikâye burada bitmiyor. Dünya üzerinde bu toplumsal çılgınlığın ulaşmadığı ve ataerkillikten, savaştan ve toplumsal baskıdan yakın bir tarihe kadar uzak kalabilmeyi başarmış pek çok yer vardı. Bir sonraki bölümde Çöküş’ten etkilenmemiş bu kültürleri inceleyeceğiz.

      4

      “Çökmemiş” Halklar

      M.Ö. 300 YILINA gelindiğinde atacıl kültür Avrasya’nın tamamına yayılmıştı. MÖ 1200’de Beakerlar İngiltere’den İrlanda’ya geçtiğinde bu kültür en batıdaki bu ada ülkesine de ulaşmış oldu. MÖ 300’de ise doğudaki en uç noktaya vardı. Yayoi halkı Kore’den Japonya’ya göç etmiş ve Jomon ve Ainuların anacıl kültürlerini fethetmişti.

      Artık atacıl kültürün yayılması -en azından bir süreliğine- tamamlanmıştı. Avrupa’daki Etrüskler ve Basklar ve Hindistan’daki Dravidyanlar gibi Avrupa ve Asya’nın çeşitli yerlerine dağılmış büyük Neolitik insan grupları hâlâ vardı. Ancak çoğu, Sahra-Asyalılardan etkilenmiş ve anacıl kültürlerinden uzaklaşmaya başlamıştı. Sadece birkaç erişilmez ve yaşamaya çok da elverişli olmayan bölgede Sahra-Asyalılarla tanışmadan önceki gibi yaşamaya devam edenler vardı -örneğin İskandinavya’nın kuzeyinde yaşayan Laplanderler veya Sibirya, Moğolistan ve Hindistan’daki ormanlarda yaşayan kabileler gibi.

      Ancak Avrasya’nın dışındaki durum çok farklıydı. Aslında Sahra-Asya’nın “çökmüş” insanlarının bu dönemde dünyaya hâkim olduğunu söylemek zor. Yaklaşık MS 1600’e kadar dünyanın kabaca yarısı hâlâ “çökmemiş” -yani Sahra-Asyalı olmayan ya da onlarla temas etmemiş- insanlardan oluşuyordu. Bu tespit Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, -Pasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya ve Polinezya adaları gibi- pek çok küçük ada ülkesi ve Afrika’nın büyük çoğunluğu için -her ne kadar erken bir dönemden beri atacıl kültürün etkisine maruz kalmış olsalar da- kesinlikle geçerliydi.

      Dünyadaki yerli halklar ile günümüzün Sahra-Asyalıları (yani Avrupalılar, Amerikalılar ve Çinliler gibi ataları binlerce yıl önce Sahra-Asya’dan göç etmiş insanlar) arasındaki fark, bu kitabın temel konularından birini teşkil ediyor. Bu farklara sıklıkla değineceğiz. Bu nedenle şimdi ayrıntıya girerek okuyucuyu sıkmak istemiyorum. Ancak en yüzeysel tahlil bile yerli halkların -birkaç istisna dışında- Eski Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın “çökmemiş” Paleolitik ve Neolitik insanlarının ruhsal dünyasını koruduğunu gösteriyor. Sonuç olarak onlar savaş, eşitsizlik, cinsellik ve insan bedenine gösterilen düşmanlık gibi atacıl kültürün özelliklerinden bağımsız bir hayat sürmüşe benziyorlar.

      Elbette bazı istisnalar da var. Bunun iki temel sebebi olabilir. Birincisi, ekolojik nedenlerden ötürü bazı ilk insanlar atacıl bir kültürü zaten benimsemişlerdi. Bunun en iyi örneği tabii ki Sahra-Asyalıların ta kendisi. Ortadoğu’da yaklaşık olarak MÖ 12.000’de ve Avustralya’nın güneydoğusunda MÖ 11.000-7000 arasında olanlar çevresel etmenlere bağlıydı. Her iki durumda da savaş ve toplumsal şiddet aşırı kuraklıkla aynı döneme denk gelmiştir.185 İkinci nedeni ise tespit etmek çok daha kolay: Avrupalı sömürgecilerle tanışmaları sonucunda son zamanlarda -ve üstelik ciddi anlamda- değişen yerli halkların varlığı.

Aborijinler

      Avustralya Aborijinlerinin son derece barışsever bir yaklaşımı benimsediklerinden ve topluluk içinde var olan düşük yoğunluklu çatışmanın da büyük ölçüde ayinselleştirilmiş olduğundan ve nadiren kan döküldüğünden daha önce bahsetmiştik. Aborijinler aynı zamanda fazlasıyla eşitlikçilerdir de. Antropolog Robert Lawlor’a göre onlarınki “insanların her şeyi herkesle paylaştığı açık bir toplum.”186 Kabilelerin şefleri ya da liderleri, kanunları, suç ve ceza tanımları yok. Kararları genellikle yaşlılar alıyor. Bu nedenle diğerleri üzerinde belli bir otoriteye sahipler. Ancak her ne olursa