Steve Taylor

Çöküş


Скачать книгу

tanrıların eşleri olarak adları anılıyordu.172 Artık erkek “gök tanrıları” vardı. Mitolojide hem kadınlara hem doğaya yönelik yeni ve baskıcı bir tavır belirdi. Bunun en öne çıkan örnekleri, erkeklerin devasa yılanlar ve ejderhalar karşısında verdikleri mücadeleleri anlatan yeni “kahramanlık efsanelerinin” ortaya çıkmasıydı. Sümerler bunun bir yansıması olarak, Jaquetta Hawkes’ın “zina yapan kadınlara ve söz dinlemeyen çocuklara verilen cezaların… gitgide daha da fazla gaddarlaşması”173 olarak betimlediği bir tavır geliştirmeye başladılar.

      Sümer’de de toplumsal baskılar ve eşitsizlik MÖ 2000’den sonra artmışa benziyor. MÖ 2300 gibi geç bir tarihte bile Urukagina adlı bir Sümer kralının, maddelerinden biri de tapınak topraklarında üretilen ekinlerin -geleneklerin aksine- din adamları yerine fakirlere verilmesi gerektiğini belirten bir reform programı uyguladığını görüyoruz (Reform paketinde ürünlerin eskiden fakirlere dağıtıldığının söylenmesi bunun muhtemelen Sahra-Asyalılar öncesi döneme dayanan bir uygulama olduğunu düşündürüyor).174 Ancak sadece 500 yıl sonra Mezopotamyalı başka bir kral olan Hammurabi 252 maddeden oluşan ünlü kanunnamesini yazdı. Kanunların hepsi de zalimlik ve acımasızlık içeriyordu. Başka insanlarla empati kurma yetisinden kesinlikle yoksundular. Örneğin tarlalarına zarar veren çiftçiler köle olarak satılıyor ya da bir erkek karısını ya da kızını borç karşılığında emanet verebiliyordu. Riane Eisler, geç dönem Sümer’de gittikçe güç kazanan atacıl kültürü şöyle özetliyor:

      Özel mülkiyet ve siyasi iktidarın askerî liderlerin elinde merkezileşmesi üzerine kurulu katı bir hiyerarşik sisteme uyum sağlamak için akrabalık ilişkileri ciddi bir dönüşüm geçirmişti; kadınlar karar alma süreçlerinden tamamen uzaklaştırıldı.175

      Bu sırada savaşın doğası da değişiyordu. Daha önceleri savaşlar kısa sürüyor, sıradan insanlar arasında gerçekleşiyor ve çoğunlukla sadece yılın hasat zamanından sonra vuku buluyordu. Ancak şimdi krallar ve asiller, imparatorluk kurmaktan bahsediyor ve yılın her zamanı savaşabilecek profesyonel ordulara ihtiyaç duyuyordu. Bunun sonucunda savaşlar hem daha sıklaştı hem de vahşileşti. Daha önce de altını çizdiğimiz gibi, Akad Kralı Sargon ilk imparatorluğu kurmuştu. Ancak MÖ 2. binyılın sonuna gelindiğinde Ortadoğu, topraklarını genişletmek ve servetlerini arttırmak için birbirleriyle acımasızca savaşan Elamlılar, Asurlular, Hititler, Mitanniler, Kassitler, Kenanlılar ve Suriyeliler gibi insan topluluklarıyla dolup taşmıştı. Savaşmak, Mısırlılar için de MÖ 1600 civarında çok daha önemli hale geldi. İlk defa onlar da profesyonel ordu kurdular ve yeni topraklar ele geçirmek için büyük savaşlar düzenlemeye başladılar.

      Ortadoğu bundan sonra -aslında günümüze dek- birbirleriyle savaşan ve adeta birbirlerinin zalimliğini geçmek için yarışan farklı etnik ve dinsel kökenlere sahip insanların bir arada yaşamaya çalıştığı kaotik bir ortam haline geldi. Baring ve Cashford’un da belirttiği gibi, “Tunç Devri ilerledikçe savaşların ve kayıpların sayısı hesabı tutulamayacak derecede artmaya başladı, ta ki Asurluların barbarlığı Mezopotamya uygarlığından geriye kalan son izleri de tamamen silene dek.”176 MÖ 1200’ler ile 600 yılları arasında hüküm süren Asurlular, belki de dünyanın görüp göreceği en kana susamış halktı. Yaklaşık 600 yıl boyunca yeni topraklar ele geçirmek ve zaten daha önce fethettikleri bölgelerden haraç alarak daha fazla mal ve para toplamak için aralıksız her sene askerî harekât düzenlediler. Haraç ödemeye gücü yetmeyen herkes, son Asur krallarından Sennaçerib’in (MÖ 704-681) Babil’i işgal ettikten sonra sarf ettiği şu sözlerde belirttiği muameleye maruz kalıyordu: “Genç yaşlı demeden herkesi öldürdüm, cesetleriyle şehrin geniş sokaklarını doldurdum.”177 Hayat her yerde daha vahşi, tehlikeli, şiddet ve ıstırap dolu bir hal alıyordu. Yaklaşık MÖ 1250’de Demir Çağı başladığında, Ortadoğu’ya Baring ve Cashford’un deyimiyle “saldırganlık yaratan… vahim bir endişe ve felaket korkusu”178 hâkimdi.

      Avrupa’da da durum -eğer daha da kötü değilse- çok benzerdi. MÖ 13. yüzyılda Mısırlıların “Deniz İnsanları” dediği gizemli bir halk Akdeniz’de dehşet saçmaya başladı. Bunlar sadece bir asırda, kendilerinden önce gelen tüm topluluklardan çok daha fazla yıkım yaratan ve yaklaşık 300 yıl boyunca devam eden bir kaos ve çöküş dönemi başlatan yağmacı vahşi çetelerdi. Sadece bir yüzyıl içerisinde Mısır ve Hitit İmparatorlukları ile (Truva şehri de dahil olmak üzere) Miken (Antik Yunan) uygarlığı tarih sahnesinden silindi, kentler yıkıldı ve terk edildi. Bunda doğal afetlerin bir rol oynamış olması muhtemelse de tarihçiler asıl sorumlu olarak Deniz İnsanları’nı görüyor.

      Bu sırada Hint-Avrupalılar, Orta ve Batı Avrupa’da birbirleriyle savaşıyordu -Yunanlılar Romalılarla; Keltler Yunanlılar ve Romalılarla; Cermenler ise Keltler, Yunanlılar ve Romalılarla. Liste böyle uzayıp gidiyordu. Sahra-Asya kurumaya devam ediyor ve yeni Hint-Avrupalı (ve diğer Sahra-Asyalılardan oluşan) göçmen dalgaları Avrupa’nın batısını işgal ediyordu. Önlerine çıkan yeri fethedip, orada yaşayanları öldürüyor ve müthiş bir karmaşaya sebep oluyorlardı. Bu istila, tarihçilerin “Halkların Göçü” (Völkerwanderung) dediği MS 300-600 arasındaki dönemde doruk noktasına ulaştı. Bu, Sahra-Asya’da gerçekleşen tarihte yaşanmış en büyük göç dalgasıydı. Yüzlerce kabile -Gotlar, Franklar, Vandallar, Hunlar, Avarlar vs.– Orta Asya’dan kaçarak Avrupa’ya akın etti ve Roma İmparatorluğu’nu harabeye çevirdi. Kendilerinden önce bölgeye varmış Hint-Avrupalıları da daha batıya göç etmeye zorladılar.179 Bugünkü Avrupa uygarlığını yaratan, bu kargaşanın ta kendisiydi. İnsanların devingenliği zamanla durağanlaştığında kıtanın bugünkü etnografik haritası da az çok ortaya çıkmıştı. Fin-Ural dillerini konuşan Finlandiya, Macaristan ve Estonya’nın halkları dışında kalan Avrupa, içinde sadece Cermenler, Slavlar, Latinler ve Keltler’i barındıran artık tamamen “Ari” bir coğrafya olmuştu.

      Sahra-Asya’nın üç büyük dini olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık birlikte varolmaya başladığında ise -Müslümanlık MS 1. binyılın ortalarında doğarak en son gelen din olmuştu- durum daha da vahimleşti. Bu dinler, Sahra-Asyalıların ruhsal dünyasının bir parçası olan cinselliğe, insan bedenine, kadınlara ve doğaya karşı olumsuz tavrı adeta kanunlaştırdılar. Bu yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de yeni bir husumet ve ötekileştirme dalgası yarattılar: inananlar ve inanmayanlar ya da müminler ve kafirler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen kavga. Samiler, Ortadoğu’da Yahudi ve Arap kabileleri diye ikiye ayrıldılar. Araplar İslamiyet’i benimsediğinde aralarındaki uçurum o kadar büyüdü ki -bugün hâlâ çözülememiş olan ve- tüm vahşetini ilk günlerdeki gibi koruyan bir çatışma başladı. Müslümanlar, Hıristiyanlarla da savaşırken Hıristiyanlar ise Yahudileri baskı altında tutuyor ve öldürüyordu. Hatta Hıristiyanlar buldukları ilk fırsatta kendi aralarında da farklı mezheplere ayrıldılar ve birbirleriyle savaşmaya başladılar.

      Benzer bir durum Çin’de de söz konusuydu. Ülkeyi birkaç asır boyunca yönettikten sonra Çular’ın gücü MÖ 8. yüzyılda azalmaya başladı. Çin kendi içinde birbirleriyle savaşan farklı devletlere bölündü. İlk başlarda bu devletlerin sayısı birkaç düzineyi aşmıyordu. Ancak savaşlar sürdükçe bazı devletler güçlendiler ve kendilerinden daha küçük olanları fethedip topraklarına kattılar. Sonunda -tam 300 yıl sonra- geriye sadece yedi ana krallık kalmıştı. Elbette onlar da birbirleriyle savaşmaya başladılar. Bu durum sonraki